24 Mayıs 2014 Cumartesi

ÜZÜLME...



Keyifsizim dedi, ıstırap dolu bir sesle. O an yüreğime değdi acısı. Takma, boşver dedim ama bu sadece onu rahatlatmak için söylenmiş bir söz olduğundan değmedi yüreğine, öylece asılı kaldı havada. Uzun zamandır emek verdiği bir insanla evlilik planları yapıyordu. Neredeyse tarih koyacaklardı ama taraflar arasında çıkan bir anlaşmazlık olayı kopma noktasına getirmişti. Heyecanlı bir bekleyiş hüsranlı bir sessizliğe bürünmüştü. Şu anda ona ne söylesem kar etmeyeceğini biliyordum lakin üzülmesine de yüreğim dayanmıyordu. Bu sebeple ona söyleyeceklerimi buraya yazmak istedim.

Sık sık kullandığım hatta dilime pelesenk ettiğim çok eski bir dostumun cümlesi geldi yine aklıma: “Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesinin bizi nereye taşıyacağı belli değil” derdi özlemi burnumda tüten değerli dostum. Bu cümle ne kadar da güzel tarif etmişti hayatı. Bugün bir deprem oldu mesela ve herkesin gündemi bir anda değişti. Soma faciası önceliklerimizi gözden geçirmemize vesile oldu. 

Bu hayata gelme şansına erişmişsek onun getireceği sürprizlere de gönlümüzü açmayı öğrenmeliyiz. Ve dolayısıyla başımıza gelen her olayda bize kazandırdıkları ve kaybettirdikleri üzerinden bir muhasebe yaptığımızda özellikle de belli bir zaman geçip kayıplarımızın acısı azaldığında anlayacağız ki, bizim planlarımızı bertaraf eden o büyük plan bize hazırladığı sürprizleri sunacak bir tünel açmış önümüzde. Bize düşen de yüreğimizi güçlendirecek fiiller yedeğimizde o karanlık tüneli aydınlatarak geçmek ve yeniden güneşi göreceğimiz tünelin sonuna kadar sabretmek. 

Mesela çok sevdiğimiz biri vardır ve onun hep yanımızda olmasını dileriz. Ama işin sonunda belki de bizi en çok üzecek olan o sevdiğimiz olacaktır ve Allah bizi bir şekilde ondan ayırır. Bazen bazı insanların bizden uzakta sadece kalbimizde ince bir sızı olarak kalması bizimle olup yüreğimizi deşecek derecede üzmesinden çok daha iyidir. Böylesi zamanlarda insan kaderine teslim olmayı bilmeli ve gücünü kendini geliştirecek şekilde kullanmalı, kalbine yatırım yapmalı hayatın onun karşısına çıkaracağı güzellikleri beklemelidir. 

Bazen de kalben istemesek bile bizim bir nokta koymamız gerekir yanlış giden bir şeyler olduğunu hissettiğimizde. İşte o zaman tam da kendinize rağmen doğru olduğuna inandığınız yöne ilerlersek bizi bekleyen o sürprizlerin daha da bereketlendiğini ve kaybettiklerimiz/bıraktıklarımızdan daha iyilerinin bizi bulduğunu görürüz. Yeter ki bakmasını bilelim.

Şimdi sen sevgili arkadaşım ! Sen Yaradan’ın seni bu dünyaya gönderme şansını verdiği kıymetli bir insan olduğunu unutmadan kendine dön ve yüreğini ferah tut. Seninle olmak isteyen, sana layık olanlar da senin koluna gelip girecektir zamanın bir yerlerinde, ama vakti saati geldiğinde.

Rahmetli anneannem derdi, hayatta üç şeyin saati değişmezmiş, 
doğum, evlilik ve ölüm! Teslim ol şimdi kaderine, su serp yüreğine ve gülümseyerek bak gökyüzüne, gündüz bulutların arasından bir saklanıp bir gözüken güneş, geceleri ışıl ışıl parlayan yıldızlar hepsi senin için dizilmiş bilesin bu alemde.    

HANDAN KILIÇ

14 Mayıs 2014 Çarşamba

TIPKI O SEDYE GİBİ KİRLENMESİN ÜLKEM…


Hepimizi derinden sarsan bir facia ile daha karşı karşıyayız.Bu nedenle edebi kaideleri düşünmeden içimden nasıl geldiyse öyle yazacağım bu yazıyı. Somadaki bu büyük kaza yürek dayanmayacak boyutta ölü sayısı hızla artıyor, belki daha büyük zorluklar kalanları bekliyor.İçeride hala kurtulmayı bekleyen 120 civarında insan var. Kurtarma ekipleri, savcılar herkes özveri ile çalışıyor. Çevre illerden ölü muayenesi yapmaya gelen savcılar olduğunu duyunca irkildim. Herkes olaylara kendi cephesinden bakar biz de olayın büyüklüğünü buradan anlıyoruz. Bir egeli olarak  da bağrımıza düşen ateş ayrı yakıyor.

Üç günlük milli yas ilan edilmiş. Yapılanlar nedense hep iş işten geçtikten sonra yapılıyor.Ve bu bizim canımızı daha çok yakıyor: Bir sürü eksiği olan, kaza anlarındaki kriz planları yapılmamış, eğitim verilmemiş,1300 tl maaş için 2000 bin metre derinliğe girmeyi göze alanların kendini iş buldum diye şanslı saydığı, sosyal devleti bir türlü gerçekleştirememiş devletine isyan etmeği aklından bile geçirmeden zorluklarla dolu yaşamını süren, alın teriyle helal lokma peşinde olan işçilerimizin çalıştığı bu maden mart ayında denetimde tam not almış.

Dünyanın en büyük maden işletmelerine sahip olan Almanya’da son 20 yılda meydana gelen kazalarda sadece 3 kişinin, bizde ise 900 kişinin ölmesi insanı çileden çıkarıyor. Her şeyi uygunsa niye kaza anında sadece bizim ülkemizde bunca insan ölüyor.İnsanın ilk aklına gelen bir şekilde mevzuatların boşluklarından yararlanıp yolunu bulan işverenlerle menfaat karşılığı eksikleri görmezden gelen denetleyiciler, kurumlar oluyor. Bir terslik olurda hasbelkader bir soruşturma geçirilir, dava falan açılırsa haklarında nasılsa bir şekilde sıyrılır herkes bu ülkede. Hiçbir şey yetişmese zamanaşımı kurtarır sürekli lehine düşünülmek zorunda kalan sanıkları. Ve bir olay daha unutulur gider.

Kalanlara ne olur, üç beş kuruş tazminatla ilk etapta teselli edilen ailelerin yüreğine düşen ateşi kim söndürebilir. Bir kadını çocukları ile bu zor hayat şartlarında  yalnız bırakmaya kimin hakkı vardır? Bir çocuğun ömrünce babasının, ağabeyinin, kardeşinin kokusunu bir daha duyamayacak olmasının bedelini kim öder? Bu ülkede hiç kimse!
Büyük bir faciadan saatler sonra kurtarılan işçinin o karaya bulansa da hak yiyerek şık takımları ile ortada gezen insanlardan daha  ak alnını hangimiz öpmeyiz? Onun o sedye kirlenmesin diyen hassasiyetidir işte bu ülkenin hala batmamasının sebebi. Devletinin malını bu denli düşünen insanların artmasıyla çıkacak Türkiye aydınlık günlere.

Dua edelim, evet ama dua dışında yapılması gerekenleri de yapalım artık bu ülkede. Özellikle denetim görevi yapan, yargı görevi yapan insanlar doğru olmalı, menfaatlere ya da baskı ve zorlamalara, tehditlere boyun eğmemeli ki, bunca insanın vebali üzerine kalmasın. İnsanın hayat prensibi bu dünyadan giderken geride şerefli bir ad bırakmak olmalı. Faydalı işler yapmak, vicdan sahibi olmak, buradaki mahkemeden kurtulsa da bir başka mahkemeden kaçamayacağını bilmek gerekli.  

Ama belki de en güzeli, burada da mahkemelerin fonksiyonunu yerine getirmesi, herkesin gönül rahatlığı ile hukuka  inanması. Bunun için de özellikle ülkenin her yerinde özveri ile çalışan hukuk insanlarına çok iş düşüyor.

Bu ülke adına hepimiz bir şeyler yapabiliriz, herkes bulunduğu yerde işini iyi yapsa, hak yememek birinci önceliği olsa nice sorunları aşarız. Mesela tıpkı o işçinin devletin sedyesini düşündüğü gibi, herkes elindeki imkanları kullanırken kılı kırk yaran bir hassasiyetle  davranmalıdır. Bir kağıdın dahi boşa harcanmadığı şekilde çalışmalı. En basitinden masamızda bulunan ataç ya da iğneler dahi yere düştü mü hemen almalı, yerine koymalı,  onlardan biri boş yere kullanıldığında tüyü bitmemiş yetimin hakkını gasbediyor olabileceğimiz, önümüze sunulan tüm imkanların vergisini ödeyen çalışanların teriyle alınmış olduğunu unutmamalı.

İşte o zaman tıpkı ölümden döndüğü anda bile devletinin malını düşünen o hassas işçi gibi huzurla yiyebiliriz ekmeğimizi. Bu dünyadan kefen dışında bizimle gelen bir şey yok, onun da cebi yok. Öyleyse az bir menfaat için yakmayalım güzel ülkemizi, onurumuzu, şerefimizi .             


12 Mayıs 2014 Pazartesi

Shakespeare'in Aşkı-Shakespeare In Love



Söz insanın neresinden çıkarsa muhatabını oradan yakalarmış. İyi bir eser de bu şekilde giriyor kanımıza. Yusuf Atılgan Aylak Adam adlı romanında sinemadan çıkan insandan bahseder ya, sinemanın dışındakilerden farklı, duygu yüklü, dünyayı değiştirebileceğine inanan bir insandır filmi gören. Adeta bir büyülenme yaşar ve coşkuyla dolar. Ama bu insanın kötü özelliği kısa ömürlü olması, çabucak ölmesidir diye de ilave eder. Çünkü dışarıdakiler daha kalabalık, uyaranlar çok fazla ve dolayısıyla insanın o büyünün etkisinden çıkması çok da uzun sürmüyor.

Bu akşam televizyonda rastladığım ve daha önce kısmen seyrettiğim filmi tıpkı sinemada izlemiş de etkilenmişcesine seyredince sinemadan çıkan insanım ölmeden filmden bahsetmek istedim. 

Aşk kadar insanı büyüleyen bir duygu var mı? Elbette yok! Her ne varsa alemde aşk imiş. Hele de bunu çok güzel anlatmayı başaran bir esere rastlarsak o duygunun içine çabucak giriveriyoruz. 

Sanatın ve sanatçının gücü de buradan geliyor, herkesin yaşadığı, hissettiği ama tarif edemediği şeyleri belki de yaşanılanın güzelliğinin üzerinde anlatarak bunu dinleyen, seyreden, okuyanlara o yaşayıp da unutamadığı anları hatırlama ve aynı duyguları tekrar yaşama arzusu uyandırıyor. 

Uzmanlar, aşka, üç dakika ile üç yıl arasında bir ömür biçedursun, aşk bazen bir kelimenin içinden sesleniyor yüreğimize bazen de bir bakışta saklanıyor, ta derinlerde. Bazen bir kitabın satırlarından atıyor kemendini ruhumuza bazen bir film karesine hapsediyor zihnimizi. Teslim olduğumuzda bu tatlı tutsaklığa o oranda özgür kılıyor ruhumuzu. Ama sonu hep o zirveden düşüşle, aşktan uzaklaşmakla neticeleniyor. Aşka dair kalıcı olanlarsa her zaman yaşanamayanlar oluyor.

Andrey Tarkovski, “Mühürlenmiş Zaman” adlı eserinde “ İki insan, ömürlerinin bir ânında, tek bir lahza dahi olsa aynı şeyi hissederlerse, birbirlerini tümüyle anlayabilirler. İsterse biri tarihin başlangıcında, öbürü sonunda hüküm sürsün. Biri atom çağında, diğeri buzul devrinde yaşasın. Tümüyle. Mümkündür…" diyor. Bu nedenle sanat eserleri bizi sarıp sarmalıyor, yüzyıllar önce yaşayıp bizimle aynı duyguya sahip olan eser sahibine tutkuyla bağlayabiliyor. Ve imkansız olduğundan aşk olarak kalabiliyor. Zaten Ahmet Altan ‘da “Ben bayağıyım ama yazdıklarım değil” adlı yazısında sanatçıların bizler gibi insanlar olmadığını, normalleşmelerini beklemenin sanatı öldürmek olacağını vurgularken onları kendi halleri ile tanısak daha az seveceğimizi söylüyor. Tecrübelerim de bu fikri canı gönülden desteklememi sağlıyor. Bu bağlamda “Yazarsız kalma, yazara yaklaşma” iyi bir felsefe olabilir.  
  
Konu aşk olunca söz bitmez, en iyisi bu yazının müsebbibi filme dönmek.  Aşkı en güzel anlatan, belki de en güzel anlattığını dünyaya duyuran adam Shakespeare'in Romeo ve Juliet i yazışının öyküsünden bir film çıkarmışlar. 1998 ABD yapımı filmin kısaca konusu şöyle:

Elizabeth dönemi İngiltere'sinde geçen bu romantik komedi filminde genç Shakespeare'in aşk hayatı anlatılıyor. Aslında Shakespeare'in son günlerde aşk hayatı hiç iyi gitmiyordur. Yeni oyunu 'Romeo and Ethel the Pirate's Daughter' konusunda ise daha bir satır bile düşünebilmiş ve yazabilmiş değildir. Shakespeare'in hayranlarından zengin ve güzel Viola duygusuz bir adam görünümündeki Lord Wessex ile evlenmek üzeredir.Hayali oyuncu olmak olan Viola, Shakespeare ile tanışınca ikisi yasak bir aşkın heyecanına kapılırlar.  “   


Aşk duygusunu şiirimsi diliyle seyirciye geçiren bu filmin oyuncularının başarısı da tartışılmaz. Tiyatro tadında, bir şairin dilinden aşkı seyretmek isteyenler için uygun bir film. Yorulduğunuzda ya da hala aşkın var olduğuna inanmakta zorlandığınızda seyretmeniz, size hayatın olağan akışında kullanmanız gereken enerjiyi sunacaktır. Zor zamanlarda kırın camı ve bu filmi seyredin. Belki bir kelimesine takılır, yıllar önce yazılmış bir mısrada kendinizi bulur, aşk düğümü ile keder kuyunuzdan çıkarsınız, göğe bakar, aşk var ve bir gün beni de bulacak derseniz. İyi seyirler.     


4 Mayıs 2014 Pazar

YANMAK İÇİN SIRASINI BEKLEYEN KURUMUŞ TÜTÜN YAPRAKLARI KADAR YALNIZSINIZ…


                                                                                  
                          “Ve anladı ki, yalnızdı... Ama yapayalnız da değil...
                           Yaşıyordu beraberce, karşısındaki hiç kimseyle...”
                                                                                                                                                                                             (Cemal Süreya)

Siz hiç aşık oldunuz mu?
Sabahın nasıl olduğunu anlamadığınız sancılı, uzun gecelerden geçtiniz mi?
Onu kısacık da olsa görebilmek için aylarca bekleyip hayaliyle yaşadınız mı?

Baktığınız her şeyde onu görüp, yediğiniz her lokmanın lezzetini ona da tattıramamanın burukluğu acılaştırdı mı aldığınız zevki?
Yalnızken bile iki kişilik attı mı kalbiniz? Endişelendiniz mi onun için, nerede şimdi, ne yapıyor acaba diye düşünüp dua ettiniz mi hiç, aşkın gücüyle?

O’nun sizin aşkınızın farkında olmadığı zamanlarda bile coşkunuzdan bir şey yitirmeden içinizde büyüttünüz mü hayalini?
En kalabalık yerlerden ya da yalnız gecelerden onun yanına kaçtınız mı? Günlerce gecelerce konuştunuz mu onunla içinizden, şahidi kıldınız mı hayatınızın ?

İçinizin ona ait vadilerinde dolaştırdınız mı ellerinden tutarak, uçurumlarınızı, rüzgarlarını, bulutlarını gösterdiniz mi?
Durmadan yeni görüntülerin saldırısına uğrayan algınız, değiştirip dönüştürürken sizi, unutma rüzgarı, zihinden kalbe uzanan o çileli yolda, bir onun adının olduğu semte uğrayamadan çekip gitti mi?
İçten dışa, dıştan içe kasırgalardan geçerken yaşamınız, bir tebessümüyle ateş büyürken içinizde, hiç tutmadığınız ellerine kenetlenip olduğunuz yerde durabildiniz mi?

Üzdüğünde sizi hayat, onun kucağına yatıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istediniz mi?
Sevindiğinizde, hani çıkarken bulutların üstüne, yanınızda bir onun olmasını dilediniz mi?   
Sayfalarca süren sayısız mektuplar yazdınız mı? Her mektupta  “hayallerinize giydirdiğiniz esvap” a tutkun akıp gitti mi kelimeleriniz? Oturduğunuz kalktığınız, gezdiğiniz gördüğünüz yerlerden büyük bir heyecanla bahsettiniz mi ona? Ama onsuz her resmin eksik olduğu notunu düştünüz mü her defasında?

Aşkınızdan başka her şeyin, herkesin görüntüsünü yitirdiği vakitlerin cenderesinden geçtiniz mi?
Ve bir gün kelimelerin bittiği o yere geldiniz mi?
Sözcükleri rahat bırakalım bu gece dediğinde size eşlik eden hayali,  tereddütsüz kabul edip teklifini, zihninizin gürültülerden arınmasına izin verdiniz mi?
Her şeyi örttüğü gibi, sizi de örtsün gece şefkatiyle diye dilediniz mi yıldızlara bakarken?
Evlerin ışıklarının tek tek kapandığı saatlerde, bir kaçışa sığındığında insanlar, siz ve flu suretli hayaliniz,  yani o ve kendiniz  sustunuz mu bütün gece?

Gömdünüz mü iki nokta üst üste binmiş hallerdeki köşeye sıkışmışlığı en derinlere…
Virgülün yükünü aldınız mı sırtından, birleştirmeye uğraştığı ama bir türlü beceremediği cümlelerden azade kılıp, üç gün kafa izni verdiniz mi…
Nokta, bakarken gözünüze… Hadi sen de git bakalım dediniz mi?
Üç nokta, ezile büzüle çıkınca huzurunuza, bakınca yalvaran gözlerle…Yok …Sen gidemezsin…Bu gece nöbetçisin dediniz mi?
Okulun bitiş zili çaldığında, mutlulukla koşan çocuklar gibi kelimeler, özgürlüğün rüzgarıyla savruldular mı evrene, konuşmadığınız o gece…

Ve farkına vardınız mı içinizdeki yalnızı susturmak için ne çok kelimeyi tutsak ediyormuşsunuz gündüzlerde…
Birden “Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik… Bir de ne görelim…Bir arpa boyu yol gittik” hakikatine tosladınız mı sessizlikte… Camdan kalbinizin içindeki hayal, paramparça olup kavuşma arzunuzu biranda alıp götürdü mü siz bakarken ardından hüzünle?

Bir kez daha çuvalladınız mı hatırladığınız hakikatler önünde…
İçinizde kurduğunuz şehirler enkaza çevrildi mi? Ve sonra moloz yığınlarının üzerine nerden geldiğini anlayamadığınız bir kara delik yerleşip sizi, onu, her türlü sanrıyı içine çekti mi?
Girdiğiniz anaforda tüm kelimeler, hayaller, arzular, yalanlar, doğrular her şey ama her şey anlamını yitirdi mi?

Günlerce bom boş baktınız mı eşyaya? İçinizde boşalan o koca yeri dolduracak hiçbir şey yokken etrafınızda, mecburi diyaloglara verdiğiniz kısa evet, hayırlar dışında ağzınızı bıçak açmadığı zamanlar yaşadınız mı?
Şiir okuyayım deyip sarıldığınızda kitaplara, saçma sapan geldi mi şairlerin kendilerine ait olmayan bir hayatı pervasızca sunuşları karşısında duran sevda adlı yalana?

Oysa bir arpa boyu dahi gidemediğinizi anladığınız günden kısa bir zaman önce her gece oturmuşsunuzdur  içinizdeki hayalin silueti ile, yıldız kümeleri sürekli yer değiştirirken gökyüzünde…
Onu izlemişsinizdir bütün gece… Belki bir sigara yakıp tutkuyla içmiştir gözleri gözlerinizde… Tutkuyu içselleştirmesini gördüğünüzde  bir an, sigara kağıdına sarılmış bir tütün olmak geçmiştir içinizden… Derin bir nefeste dış dünyadan sıyrılmak, onun içinde hızlıca yol alıp kalbine ulaşmak, gönül hanesinde bir iz bırakmak, bazen gelen bir öksürükle kendinizi hatırlatmak istemişsinizdir…

Her nefes alışverişte yeni bir heyecanla deveran etmek kanında, sizken, o olmak geçmiştir içinizden.
Ölesiye bir tutkuyla sevsin sizi istemişsinizdir. Gittiği yere kadar sürsün, o var oldukça içinde kalayım, sonra da onunla döngüsel dengeye karışayım demişsinizdir…    
Sigarasının küllerine bakıp nefesinin ateşinde yanınca nasıl da hafiflediklerini görmüşsünüzdür  tütün yapraklarının. Öyle ki, karışmak için toprağa hafif bir esinti yetiyordur havalanmalarına. 

Gri kelebekler gibi uçuyorlardır kısacık ömürlerine aşkı, yanmayı sığdırmışlığın hülyasıyla.
Hülya, rüya… Oyun, eğlence, şiir, şarkı,hikaye… Hepsi düşüyor üzerinizden arpa boyu gittiğinizi anladığınız,  duvara çarptığınız o dakika içinde… Ruhunuz enkaz altından çıkamıyor, moloz yığınlarıyla beraber çekiliyorsunuz bir kara deliğe… Sonra dua eli yakalayıp alıyor tekrar hayatın içine, O’nun aşk yörüngesine gözünüzü diktiğinizde… 
Ve oradan bakınca hayata; aşkınlaşmak bu olsa gerek, diye düşünüyor insan: Kokudan, korkudan, yakıcılıktan, yanmaktan sıyrılmak…
Geldiğin gibi toprağa karışmak için boyun eğmek kadere, güçlü bir kabullenişle.

Sarıldığınız ince bir sigara kağıdı gibi yaşam.
Ve siz, yanmak için sırasını bekleyen kurutulmuş tütün yaprakları kadar yalnızsınız aslında.
Kuruyup arzularınızdan arının diye kırdılar sizi bir sabah erkenden, görmeden güneşi daha.
Şişlediler sonra yüreğinizi, dizdiler hepinizi bir boyda… Bıraktılar sonra aşkın sıcağına.
 Renginizi kaybettiniz önce, kokunuzu, can damarınızdaki suyu emdiler sizi hazırlarken ölüme.
Ölürken öldürmeyi öğrettiler size… Oysa yaşarken ölmekti gaye, oyun bitmeden önce aşmak, aşkınlaşmak gerekmekte.

Siz hiç aşık oldunuz mu?
Geçtiniz mi aşkın duraklarını, merhale merhale?
Ve bir gün “aşkım” dediğiniz varlık da yitirdi mi anlamını, kavuşmak için gözünüzü diktiğinizde “O” yare?  
Tercihlerinizi zor olandan yana kullanıp “Dar kapı” dan geçerek girdiniz mi, kalbinizi tatmin edecek aşkın istikametine? 


Handan Kılıç

2 Mayıs 2014 Cuma

YA ÇIKARSA !



Her çıkmaz sokak yeni bir yön gösterir derler. O yön eğer araçla yolculuk yapıyorsanız oklar istikametindedir. Karşımıza çıkan tabelaları takip eder ya da bize sürekli emirler veren navigasyonumuza düşünmeden itaat ederiz. Ve sonuçta aradığımız adrese ulaşır, alet işler el övünür gerçeğini yaşar, kaybolmadan varmanın gururunu kendimize mal ederiz.  

Bugün büyükşehir kapanına kısılmış insanlar olarak kaybolmak nedir, ne getirir ne götürür bunu düşünecek kadar ne lükse ne de vakte sahibiz. Hep yetişilecek yerlerimiz, bitirilecek işlerimiz var. Neredeyse tüm hayatımızı zorunluluklar  esir almış. Yapabileceklerimizi bizim dışımızda bir mekanizma ayarlamış ve biz sadece yerine getiren robotlar gibi koşuşturma çıkmazına dalmışız.

Bir klişeye sığınıp “Niye bunca yoğun çalışıyoruz ki, hele de her şey sağlığa zararlı diyerek ağız tadıyla bize bir şey yedirmeyen uzmanların da hayatımızı bizden çaldığı şu zamanlarda?  Hadi hep beraber güneyde bir sahil kasabasına yerleşelim, hayatımızı yavaşlatalım “ diyecek değilim. Bunu yapma lüksüne sahip değiliz çoğumuz.Yapsak da işkoliklik ruhuna işlemiş şehir insanları olarak oradan da sıkılabiliriz. Hele de internet hızı düşük bir yere denk gelirsek ne yapacağımızı bilemeyiz.

Eskiden her yere yürüyerek ya da toplu ulaşım araçları ile giden biri olarak hayata daha çok karışıyordum. Araç kullanmaya başlayalı yıllar oluyor. Araç kullanmadığım zamanlar için hep kendime yazık etmiş olduğumu düşünüyordum, ta ki bugüne kadar. Bugün evime yakın bir yere gitmem gerekiyordu. Normalde araçla giderdim bu mesafeyi ama otopark sıkıntısının ciddi boyutlara ulaştığı semtimizde arabayı yerinden oynatırsam geldiğimde yerimi kaybedeceğimden yürümeye karar verdim. Tabi bunda içime gelen bahar kadar ara ara bulutların arasından kendini gösteren güneşin de etkisi vardı. 

İşimi bitirip çıktıktan sonra eve doğru değil de ters istikamete gitmek geldi içimden, beni bekleyen işleri yine geceye öteleyerek güneşin cazibesiyle çıktım yoldan.

İki yıldır oturduğum ve birkaç yüz metre uzağımdaki bu sokaklardan  sadece araçla geçtiğimi ve yön tabelalarının emrine uyarak hep tek yöne gittiğimi fark ettim. Evler, balkonlar, yeşillenen bahçeler, renk renk çiçekler vardı sokaklarda. Trafiğin gürültüsüne yenik düşen kuş seslerinin ana arterlerden ayrıldığımızda şehirde de duyulabildiğini hissettim. Ve bugün ilk kez her yere araçla gittiğime, yön tabelalarının esiri olduğuma pişman oldum.

Biraz daha tırmandığım sokakların birinde çıkmaz sokak tabelasının önünde durdum ve ya çıkarsa diyen zihnimin oltasına takılıp yola girdim. Sakin bir sokaktı. En sonuna kadar yürüdüm ve önüme ikiye ayrılan bir merdiven çıktı. Merdiven bir parka iniyordu. Şehrin merkezine bu kadar yakın bir yerde ama şehirden koparacak kadar güzel bir yeşilliğin içinde buldum kendimi. Yağmurun yıkadığı renkler tüm canlılığına kavuşmuştu. Tıpkı Avrupa şehirlerinde olduğu gibi adım attığınızda geldiğiniz kaosu unutturacak  kadar güzel bir rüya bahçesine girdiğimi hissettim. Biraz ıssız olması beni korkutsa da merdivenleri indim. Güvenlik noktasını görünce rahatladım ve yanımdan geçen bayana burası neresi dedim. "Portakal Çiçeği Vadisi "cevabını aldım. Ne kadar güzel bir isim diye düşünürken çocukluğumuzun çizgi kahramanlarından Alice geldi aklıma. Bir aynadan geçerdi başka bir aleme. Dilediği kadar kalır sonra tekrar dönerdi gerçeğine, evine. Ve harikalar diyarının güzelliği ile dalardı uykunun en güzeline. 

Biraz yürüdüm yeşilin tonlarıyla bezeli vadide. Bir köprüden geçtim. Akan suyu, havuzu, çevresine yerleştirilmiş kimisi genç aşıkların işgaline uğramış şık ve rahat bankları gördüm. Bir süre yürüdükten sonra iyi ki çıkmaz sokağa dalmışım diye düşünürken beni bekleyen gerekliliklerin baskısı ile merdivenlerden geri çıkıp harikalar diyarından realiteye geri döndüm. Bir daha kendime ne zaman bu şansı verebilirim bilmesem de en kısa sürede gelmeyi, burada nefeslenmeyi dileyerek bekleyen işlerime doğru yol aldım.
 


Dönüş yolunu yürürken her adımda gittiğimiz yolların bizi "nereye götürdüğünü düşünmemiz" gerektiğini "düşünme" fırsatı buldum. Araç kullanırken sadece yola dikkat etmemiz ve bizim gibi şehir mahkumlarının akışına ayak uydurmamız gerektiğinden boş yere gerildiğimizi hissettim. Mavi göğe, oradan gülümseyen güneşe bakamayınca nereye gittiğimizin o binadan o binaya girişimizin hayat serüvenimize maddi ve manevi bir şey katmadığını fark ettim.

Oysa hayat uğruna uzun acılar çektiğimiz kısa bir yolculuktu. Ve yola çıkan her insan etrafına bakmak, yolun hakkını vermek zorundaydı. Hayat macerasında insanın ruhunu arayacağı, arındıracağı yolları yürümesi gerekiyordu. Bunu başarabilmek için de ana arterlerden ayrılmak ve bizi nereye çıkaracağını bilmediğimiz çıkmaz sokaklara da girmek, böylelikle ruhumuzun labirentlerini keşfetmek  gerekiyordu. Bu kısa yoldan çıkış zihnime bu gelgitleri yaşatırken ruhuma nefeslenme imkanı sundu.


Şehir hapishanelerinin gönüllü mahkumları! Araçlarımızdan inerek şehrimizin sokaklarını adımlayalım. Çevremize yeni yürüyen bebeklerin heyecanı ile bakalım. Her  sabah uyandığımızda o yeni günün bir hediye olduğunu fark ederek dışarı çıkalım. Kendimize bu şansı verdiğimiz bir gün belki bir çıkmaz sokak bizi ruhumuzun derinliklerindeki nice çıkar yollara götürecektir.