22 Temmuz 2014 Salı

SENDEN UZAKTA, HEP BİR ŞEYLER EKSİK...



İnsan büyük bir sevme potansiyeliyle başlıyor hayata.Yanı başında bulduğu annesine bağlanıyor önce, sonra babasının elinden tutarak çıkıyor hayatın içine. Tabi bu şans ya da bakış açısına göre şansızlık herkese verilmiyor. Bu şansa sahip olanlar daha korunaklı bir hayattan kurtlar sofrasına düşünce bocalarken, hayata anne-baba gibi asli unsurların eksikliği ile başlayanlar, kendi başına ayakta durmasını daha kolay öğreniyor ve çoğu zaman diğerlerinden daha başarılı bile olabiliyor. Bu nedenle olanda hayır vardır derler ya, dağına göre gelen kar, yağmur, güneş hepsi bizi ayrı sınıyor.

Kimsenin hayatı kimseden kolay değil. Görünen hiçbir şey göründüğü gibi değil. Herkes o güzel maskelerin ardında, o yakışıklı duruşların gerisinde koca koca enkazlar olarak dolaşıyor hayatın içinde. Dimdik ayakta duruyor belki ama o sevme potansiyeli, o eksik parça tamamlanmadıkça en ufak bir rüzgarda kökünden sökülebilen içi kurumuş ağaçlar gibi yıkılıyor yere. Kimse görmeden bazen uzun bazen kısa sürelerde öylece kıpırtısız kalıyor, yalnız ve kimsesizliğinin soğuğunda. Bazen bir sürü kişi arasındayken düşüyor yere insan, sevdikleri yanındayken, göz göze bakarken ama onlar bile görmüyor düşüşünü ya da kalkmak istemeyişinin verdiği bıkkınlıkla artık önemsemiyor  yerde oluşunu.

İnsan denen varlığın sanırım en önemli özelliği bu, bir yanının hep eksik olması. Hayatımız boyunca o eksik yanımızı tamamlamak için uğraşıp duruyoruz. Ve zaman içinde yeni yeni tatmin vasıtaları deneyip tükettikçe iç resmimizdeki o boşluğa denk gelecek yap boz parçasını bulamamanın acısıyla dozu arttırıyoruz.  İçimizdeki sesi susturamadıkça, eksiksin, yalnızsın kelimelerinin çıldırtan yankısında kendimizi çok çeşitli vasıtalarla uyuşturmanın yollarını arıyoruz. Bu hususu geçen yaz yapılan bir uyuşturucu operasyonunda gözaltına alınan ülkenin en yakışıklı iki kişisinden biri olarak gösterilen beyefendi oyuncunun görüntülerini izlerken düşünmüştüm. İnsan daha ne ister demiştim, bunca varlığın, nimetin arasında neydi eksik olan. Koca bir toplum senin sahip olduğun şeylerden birine sahip olsa, mutlu olacağını düşünürken, bunun için tüm hayatını adamış şekilde çalışırken, sen bize neyi anlatmak istiyorsun? Ya da dünyaca ünlü güzellerin bütün dünya onları ve bulundukları konumları arzularken, bunca sevilirken nedir ki onları hayatını sonlandıracak noktaya getiren.

İnsan tertemiz geliyor dünyaya. Onun için seviyoruz bebekleri, mis kokularını, çocukların masum duruşlarını. Ama öyle ağırlaşıyor ki zamanla, hani o masumiyetini yitirdikçe, bilinçaltına empoze edilen “kirlenmek güzeldir”  yalanları ile kandırılıp “sen buna değersin” kışkırtmalarıyla çarklarını döndüren ekonomik sistemlerin kurbanı oluyor. Kendi egosunun altında  kalıyor, içsesini susturamadıkça dış seslere daha çok konsantre olmaya çalışıyor. Ve en çok da kendiyle baş başa kalıp berrak bir zihin ile düşündüğünde kısır döngüsünü fark ediyor ama artık çok geç her şey için diyerek kısıldığı yerde ölümü beklemeyi seçiyor.

Tabi ölüm öyle hemen gelmiyor, yaşam da bir yandan devam ederken o eksik parçanın ızdırabı ruhunda büyüdükçe insanın mutsuzluğu artıyor. Günümüz görünme çağı olduğundan insan bu yılgın ruhu dışarıya yansıtamıyor ve gerek reelde gerekse sanal alemde mutlu mesut bir tablo çizerek önce kendini, sonra çevresindekileri kandırmaya devam ediyor. Eğer şanslıysa, yani; kalbinde bunun ızdırabını gerçekten duyup dindirmek arzusunu taşıyorsa o şans ona bir krizle veriliyor, dibe vurduğu noktadan suyun yüzeyine çıkmayı başarabiliyor ya da şansını kullanmayıp daha derinlere gömüyor kendini.

Hasılı kelam insan yaşarken, yaşlanırken aynı noktada dönüp duruyor. Oysa yapmamız gereken hepimizi ayrı noktadan yakalamış kısır döngümüzdeki imtihanımızı kırıp hayat yoluna girmek. Hermann HesseHer insanın hayatı onu kendisine götüren bir yoldur “derken tam da bunu kastediyor, önemli olan bir yolda yürümek ve amacı kendini bulmak olan hayat yolculuğunun hakkını vermekse kısır döngümüzü kıracak gücü toplamalıyız yıllar içinde.

Sanırım insanın kalp yapbozunu tamamlayacak o parça bu dünya nimetleri içinde yer almıyor. Aşkla tatmin olan kalp kimi sevse daha fazla yaralanıyor. Başka sevmeler insana kısa süreli mutluluk, anlık hazlar ve uzun ayrılık acıları dışında bir şey getirmiyor. Ev, araba, mal, mülk, evlat hiç bir şey o boşluğu doldurmuyor. Bu gerçeği kutsal öğretiler sürekli hatırlatıyor ama her nedense biz, bir şişenin dolu olup olmadığını anlamak için gördüğü ile yetinmeyen yaramaz çocuklar gibi, önümüze gelen her şişeye parmağımızı daldırıyoruz. Oysa kalp kabını, her sabah güneşi doğdurup bize yeni bir gün hediye eden, tekrar tekrar hatalarımıza rağmen yine bize nimet veren her şeyin sahibi O Yüce Varlık’ın sevgisi ile doldurmak gerekiyor. 

Söylesenize bir kap gerçekten doluysa onun üzerine gelen her şey kendiliğinden akıp gitmez mi? Hem de kaptakine zarar vermeden, onu eksiltmeden uzaklaşmaz mı içimizden? Kabımız dolu olsa kime kırılabiliriz, güler geçeriz bize saldıranlara, bize saadet getirmeyen yolculuklara çıkmayız boş yere. Karşımızdakinin gözünde kazanamadığımız, saf olarak nitelendirildiğimiz de olur belki ama bizim kabımız doluysa, onun hiçbir şeyine muhtaç değilsek varlığı ya da yokluğu bizi etkilemiyorsa acıdan da, beklentiden de kurtulmuş olmaz mıyız?

Aşk derken, o eksik resmi gerçek sahibinin ismiyle dolduralım derken şekilcilikten bahsetmiyorum. Kutsal değerlere sahip olmak elbette bazı şekil değişiklilklerine sebep olabilir. Ama görünenden önce görünmeyen boşluklarımızı doldurmalıyız. Buna niyetlenip önce dışına bakım yapan ama kalbine hiç yatırım yapmayan insanların hatalı duruşlarına, insan olamayışlarına bakarak kutsal değerlerden uzak durmak yerine kaynağından suyu alıp kabımızı doldurmak gerekir diye düşünüyorum. Yoksa insanlar baştan aşağı hatalarla doludur ve kimin kabının kimden daha dolu olduğuna dışarıdan bakarak karar veremeyiz. Zaten kimsenin kabının ne kadar dolu olup olmadığına bakmak kimsenin haddi değildir. Hesap vermek zorunda olduğumuz yer de burası değildir.

İnsan düştüğü yerden kalkarmış. Bu dünyaya düşürüldük yine buradan yükseleceğiz kalbimizin yanına. Hepimiz farklı renklerde farklı eksikliklerle, başka fazlalıklarla maruz olduğumuz bu yolculukta kendi balonumuzu  uçurmakla sorumluyuz. Kapadokya'yı düşünün; renk renk balonlar yükselirken göğe birbirine zarar vermeden, kimse kimsenin rengini gölgelemeden nasıl güzel bir tablo oluşturuyorlar. Birlikte ama hür bir yolculukta manzaraya yukarıdan bakıyorlar. 

Hiçbir şey aşağıdan göründüğü gibi değildir, yukarılarda. Resmin bütününü görmek için uçmalıyız gönül balonumuzla. Tabi yükselmenin fizik kanunlarını da gözeterek başlamalıyız yolculuğa. Nasıl balonun içindeki ağırlıklar bırakılır önce bir bir aşağıya, onun gibi insan da yükselir fazlalıklarından kurtuldukça. Ama bir noktadan sonra daha yukarı çıkmak için helyum gazı gereklidir. Bu da içimizdeki boş kabı dolduracak aşk iksirleridir. Nasıl aşık olduğumuzda şarkılar, şiirler alır götürür bizi sevdiğimizin iklimine, sürekli onun adını anarız gündüz gece, dilimiz söylemese bile her hücremiz nasıl sayıklarsa onun adını ve insan nasıl kendisi büyütürse aşkını,  kendi kalp göğüne yükselirken de O kabı dolduracak gerçek sevgilinin adını anarak büyütmeli aşkını. 

Eksiği neyse, hayattan beklediği, özlemini çektiği, yanındayken onu hissedemeyenlerin acıttığı yerlerini onun adının merhemi ile iyileştirmeli insan.

Annemiz yeterince sevmemiş olabilir, babamız çok sevmiş sonra bırakıp gitmiş olabilir. İlk aşkımız gözümüzün yaşına bakmamış, karımız istediğimiz gibi çıkmamış, kocamız kendini başka yerlerde unutmuş olabilir. Bir hastalık gelip vücut tahtımıza oturmuş, yıllar olmuş gitmemiş, gitmeyecek olabilir. Evladımız istediğimiz özelliklere sahip olmamış, bizi zorlamış olabilir ya da mükemmele yakın bir çocuk bize rağmen yetişmiş olabilir, hiç çocuğumuz da olmamış olabilir. İşyerinde mutsuz olabiliriz, işimiz de olmayabilir.  

Eksikliklerimiz bir değil bin de olabilir ama imtihanlarımızın bıraktığı boşlukları onu yapanların doldurmayacağı gerçeğini kavrayarak Bir’e yönelmek gerektiğini anlamamız için daha kaç belaya maruz kalmamız gerekecek? Bu arada kalben sevgiliye teslim olunca belalar biter demiyorum. Hayat zaten başlı başına bir bela tüneli değil mi? Ama işte kalp kabını doldurunca üstüne gelenlerden daha az etkileniyorsa insan, hayata karşı yapabileceğimiz tek şey eksikliğimizi kısa yol yapıp bizi kalbi doygunluk seviyesine ulaştıracak bir Aşk’a talip olmak değil mi? Sen bir adım attığında sana koşarak gelen, trip attın diye gitmeyen, seni kanatmayan, kalbini incitmeyen sadece seni kendiyle bütünleyerek büyüten kaç aşk olabilir ki bu dünyada?


İnsan sosyal bir varlık, başkasının aynasında görürüz çoğu zaman kendimizi. Ötekinin sesinden dinleriz içimizden yükseltemediklerimizi. Bu nedenle hayattan soyutlanmış bir muhabbet değil de bize nefes aldıran, hayatımıza ümit, şevk, enerji olarak dönen, kabımızın boşluğundan değil, karşımızdakinin kalbinin suyunu merak ettiğimizden bizi beraberliğe götüren birlikteliklerimizin şans olarak sunulması, kalplerimizin o eşsiz aşk şarkılarını bir ömür mırıldanması dileğiyle…   

HANDAN KILIÇ                        

20 Temmuz 2014 Pazar

YARATMA CESARETİ



Bu kitap konusunda çevirmenin bir notunu aktararak başlamak istiyorum: ” Bu kitap topluma hitap etmez. Okurunu oldukça bireyleşmiş kişilerden seçmek zorundadır.”

Zevkli bir eser lakin kolay akmıyor. Çeviri metin olması hasebiyle iyi bir çevirmene denk gelinmiş olması, çevirmenin (ALPER OYSAL) uzun bir sunuş yaparak kitabı ve yazarını tanıtması da bir şans.

Kitabı kısaca özetleyecek olsak şöyle demek yeterli olacaktır: İnsanlar, normal ve anormal (psikolojik hastalık sahibi) olarak ikiye ayrılıyormuş gözükse de bir grup daha vardır ki, yeniden meydana getirme yetisine sahip olan sanatçılardır. Bazen sanatçıların çılgınlıkları nevroz ya da şizoid görüntüsü verse de bu özel yeteneklerinin ortaya çıkmasıdır. Onları sevelim.

Sanatın hangi dalı ile olursa olsun ilgilenen herkese tavsiye edeceğim bu kitabın tanıtım için biraz detaylı bilgi verecek olursak: Kitap 1975 yılında Amerikan varoluşçu psikoterapisinin önemli temsilcilerinden aynı zamanda kendisi de sanatçı olan Rollo May tarafından kaleme alınmıştır.

Varoluşçu psikoterapi insan üzerinde çalışırken onu parçalara bölmeyen ve insanlığını bozmayan bir bilimin olanaklılığı varsayımına dayanır. Teknik kullanmaktan hoşlanmayan varoluşçu psikoterapistler “hastadan hastaya ve tedavinin her safhasında değişebilecek” bir tavır izler.

Yazar bu kitabın adını bulurken esinlendiği eserin PAUL TİLLİCH’in THE COURAGE TO BE = OLMA CESARETİ olduğunu memnuniyetle belirtiyor.
Cesaret nedir sorusuna şu cevabı verebiliriz: umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir.

Cesaret Çeşitleri’ne gelirsek:
1-Fiziksel Cesaret
2-Moral Cesaret
3-Toplumsal Cesaret
4-Cesaretin Paradoksu
5-Yaratma Cesareti

Yaratma cesaretine sahip olanların dine karşı bir başkaldırı içinde oldukları sanılabilir. Bu bir paradokstur ama dinde en büyük değer kazananlar dalkavuklar ya da statükoya en sıkı sarılanlar değil başkaldıranlar olduğu, tarihte ermiş ile başkaldıran insanın ne kadar sık aynı kişide birleştiğinden anlaşılabilir. Sokrates, Hz.İsa gibi.

Psikanalitik çevrelerde yaratıcılığın sık kullanılan tanımı; egoya hizmet eden bir gerilemedir. Ancak yazar empatik yaklaşmayı benimsediğinden özde nevrozun bir dışavurumu olarak kabul etmiyor. Yaratıcılığın kendi özel kültürlerinde ciddi psikolojik sorunlarla bütünleştiği muhakkaktır diyerek Van Gogh çıldırıya kapıldı. Gaugin içe kapanık (=şizoid)ti, Poe alkolikti, Virgina Woolf ciddi bir çöküntü içindeydi örneklerini sunuyor. Bu durumların yaratıcılığın nevrozun ürünü olduğu anlamına gelmeyeceğini belirterek ikilemden bahsediyor. Yani bu yazarların nevrotik durumları tedavi edilse artık yaratma yetilerini kayıp mı edeceklerdir sorusu zihinleri tırmalıyor. Ve kendisinin de sanatçı olması hasebiyle empati kurarak yeteneğin hastalık, yaratıcılığın nevroz olduğu fikrine karşı durarak kitap boyunca sanatçıların özel insanlar olduklarını ispata çalışıyor.

YARATICI SÜREÇ.

Bu bahse gelindiğinde şöyle bir sıralamaya gidiliyor:
-Karşılaşma. İradi ya da gayri iradi olabilir lakin yoğunlaşmanın sonucudur.
Kaçak yaratıcılık diye adlandırılabilecek bir durum vardır. Burada sanatçı muhteşem bir karşılaşma yaşamaz yeteneği vardır ve bir şeyler meydana getirir. Bir de tersi vardır, yani yetenek değil karşılaşma etkindir. Mesela Amerika’da yüksek düzeyde yaratıcı simalardan biri olan romancı THOMAS WOLFE’un YETENEKSİZ DAHİ olduğu söylenmiştir. Onu böylesine yaratıcı kılan, kendini malzemesinin içine tümüyle fırlatması ve bunu söylemek için gösterdiği mücadeleydi, yani büyüklüğü karşılaşmasının yoğunluğundan geliyordu.

Bu nedenle has yaratıcılığın yoğun bir farkındalık, bir bilinç artışı ile nitelendiğini belirtir. Önemli bir nokta da farkındalığın daha derin yanlarına ulaşmak için kişi kendini karşılaşmaya tam teslim etmelidir. Ancak bu hal sarhoşlukla ya da vitalite(=canlılık, dirilik, yaşam enerjisi) ile karıştırılmamalıdır. Bir nevi vecd halidir. Gerçekten de bir nesneyi ona duygulanımsal bir bağlanışımız olmadan göremeyiz. Bu gerekçe en iyi biçimde vecd durumunda geçerli olabilir.

Herhangi bir tarih döneminin psikolojik ve tinsel mizacını anlamak istiyorsanız bunu sanatın derinlerinde aramaktan daha iyisini yapamazsınız. Dolaysız biçimde eserlerine sembollerle yansır bunlar didaktik ifadelerle olmaz yoksa propaganda vb. hatalara düşülerek verilen eserlerde o ölçüde ifade gücü kırılır, kültürün bilinçdışı düzeyleriyle olan ilişkileri tahrip olur. Dönemsel özellikleri en iyi sanat eserlerinde bulmamızın sebebi de sanatın özünün sanatçıyla dünya arasında güçlü ve canlı bir karşılaşma olmasıdır.

BİLİNÇDIŞI: Bireyin gerçekleyemeyeceği veya gerçeklemeyeceği eylem ve farkındalık gizilgüçleri olarak tanımlıyor yazar.

BİLİNÇDIŞI VE YARATICILIK: Bu durumun aşamaları şöyle sıralanabilir:
1- Zihinde şimşek çakar.
2- Çevresindeki her şey aniden canlılık kazanır.
3- Kavrayış hiçbir zaman ıskalayan ya da denk gelen bir şey değil, kavrayışın belirişi asıl unsurlarından biri de kendimizi verişimiz, bağlayışımız olan bir model uyarınca gerçekleşir. Bu hamle sadece “oluruna bırakarak”, “işi bilinçdışının halletmesine bırakarak” çıkıp gelmez. Kendimizi en yoğun biçimde bağladığımız alanlardaki bilinçdışı düzeylerden doğar.
4- Kavrayışın çalışma ve gevşeme arasındaki bir geçiş anında gelmesi; iradi çabanın kesintiye uğradığı ara zamanlarda olması da dördüncü aşamadır.

Psikolog POİNCARE şu soruyu soruyor: Fikirler ileri fırladıktan sonra zihinde neler oluyor? Cevabı özetlersek bu deneyimin özniteliklerini şöyle sıralarız;

1- Aydınlanmanın birdenbireliği
2- Kavrayışın kişinin kuramlarında bilinçle sarıldığı şeye karşı çıkıp gelişi; bir bakıma da ona karşı gelmek durumunda oluşu
3- Olayın ve onu sarmalayan sahnenin capcanlı oluşu
4- Kavrayışın az ve özlükle ortaya çıkan dolaysız kesinliğinin yaşanması
5- Konu üzerinde bilinçdışı hamle öncesinde harcanan yoğun emek
6- “Bilinçdışı emeğe” kendi başına öne çıkma fırsatının verildiği ve ardından bilinçdışı hamlenin oluşabileceği bir istirahat (ki daha genel olan meselenin özel bir durumudur)
7- İstirahat ve çalışmayı değiştirip durma gerekliliği
İnsanın bu süreçte yapacağı hatalardan biri tek başınalığın kaygısını sürekli kışkırtılan oyalanma ile önlemek olur. Bilinçdışından gelecek kavrayışları yaşamımıza alabilmek için kendimize tek başına olabilme yetisini kazandırmak zorunda olduğumuz aşikardır.
Yaratıcı karşılaşmanın muhteşem örneği iki sanatçının yaptığı bir çalışmada verilmiştir. 

Yazar JAMES LORD ressam ALBERTO GİACOMETTİ’ye poz vermiş ve eserin çizimi esnasında ressamın yaşadıklarını açık açık anlatmıştır.

YARATICILIĞIN SINIRLARI:

Yazar, “insanın olanakları sınırsızdır” tezine katılmıyor ve bunun şevk kırıcı olduğunu söylüyor. Bu birini kayığa oturttuktan sonra “Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!” diyerek İngiltere’ye doğru okyanusa itmeye benzer diye ekliyor.

Oysa kayığın içindeki diğer kaçınılmaz sınırın okyanusun dibi olduğunun da pek tabi farkındadır. Bu da bize sınırların sadece önlenemez değil bir de değerli olduklarını gösterir. Yaratıcılığın kendisi sınırları gerektirir; çünkü yaratıcı edim insanı sınırlayan şeyle birlikte ve ona karşı ortaya çıkar. 

Hasıl-ı kelam; sanat eserinin özgün olabilmesi için karşılaşmadan doğması, yeterince demlenmiş duygu yoğunluğunun olması, bilinçdışını harekete geçirmesi ortaya çıkanın biçimle sınırlanması ama sınırların tutkuların denetiminde biçimlendirilmemesi gerekir.
Yaratıcı süreç biçim için duyulan bu tutkunun dışavurumudur. Parçalanmaya karşı bir mücadeledir yaratıcı süreç: Uyum ve bütünleşmeyi doğuracak olan yeni varlık türlerinin varoluşa getirilmesi mücadelesi.

Platon’un bize özet olacak çarpıcı bir öğüdü var:

Bir yolu hakkınca yürümek isteyen biri gençliğinde güzel biçimleri ziyaret ederek başlamalı; eğer ilk başta eğitmeni tarafından yolu ona bu güzel biçimlerden sadece birini sevecek şekilde doğru olarak gösterilirse, bu tek sevilenden doğru ve güzel düşünceler yaratacaktır; ve sonra o tek olanın biçiminin güzelliğinin bir diğerinin güzelliğine benzer olduğunu ve her biçimdeki güzelliğin tek ve aynı olduğunu kendi kendine algılayacaktı.

-Kitaptan özetlenmiştir.-


13 Temmuz 2014 Pazar

AÇILIN BEN UZMANIM, SOSYAL MEDYA UZMANI:)



İnsanlığın varolduğu günden beri çözemediği konulardan olan kadın erkek ilişkilerine el atayım dedim bugün. Sizi gözlüklerinizden kurtaran gözlüklü göz doktorları, saç eken kel dermatologlar, hayatında evlenmemiş evlilik terapistleri, çocuğu olmadan "çocuk nasıl yetiştirilir"i size anlatan bilumum isim altındaki uzmanların olduğu ülkede benim neyim eksik ki dedim ve bu gün bu mevzuya el attım. Gözlüklü değilim, kel hiç değilim, hatırı sayılır zamandır evliyim, üstelik anneyim. E bir de ahkam kesen bir mesleğe sahibim öyleyse gereğini gelin beraber düşünelim:

Birinci soru: Asırlardır çözülemedi, evlilik aşkı öldürür mü oldurur mu?

Cevap: Şairin dediği gibi her şey sen de gizli:) Karşındakinde ya da evlilik kurumunda arama problemi. İlişkiyi güzelleştiren de sensin bozan da !

Yok diyorsun duyuyorum, sen bizim beyle ya da hatunla yaşamak ne bilmiyorsun diye itiraz ediyorsun. Ama işte, dağına göre kar, sen istedin, sen çağırdın, ve şimdi mırın kırın ediyorsun.

İşte basit bir öneri "Eleştirisiz altı hafta" Bu esnada önemli olan çenenizi tutmak. Altı hafta boyunca misal "sen zaten hep böylesin" demek içinizden geldiğinde susmak hatta daha hızlı sonuç için her eleştiri yerine bir iltifat etmeyi becerirseniz bu sürenin sonunda karşınızda size aşık bir partner bulacaksınız, garanti:)


Unutmayın dünyadaki en güçlü afrodiziyak beğenidir. Bunu fark eden facebook bile beğen butonu koymuş, twitter fav'latmış değil mi:) İlla eleştirmek geliyorsa içinizden kendinize dönün ve eğer eleştirerek bir yere varıyorsanız kendinizi paylamaya devam edin. Bakalım düzelecek misiniz? Yoksa kendinizi de olduğunuz gibi sevmeyi deneyip sivri yönlerinizi törpülediğinizde mi daha iyi sonuçlar alacaksınız buyrun denemesi bedava.

Soru 2:  Ama hep ben çabalıyorum o bir şey yapmıyor?

Cevap: Naptın sorması ayıp, somurtup köşende oturunca gelip içini okumasını mı bekledin ey hatun kişi? Peki ya beyler siz naptınız? Sevip beğenerek aldığınız çiçeğinizi evinizin bir köşesinde küçük saksısına mahkum bir şekilde mi bıraktınız? Yoksa yerini sevdi mi, güneş alıyor mu, suyu var mı, gün geçip büyüdükçe saksısı ona yetiyor mu dönüp bir kez baktınız mı? Kadınlar çiçektir, su ister deyip durdunuz da suyu kuyusundan çıkarıp sundunuz mu çiçeğinize.


Kadın erkek ilişkisini hep bir tulumba örneğine benzetirim. Emme basma tulumba dedikleri alete önce siz bir miktar su koyarsınız sonra başlarsınız tulumbanın kolunu bir aşağı bir yukarı yani rutin çalışma şekliyle kullanmaya. Ve bir zaman sonra tulumbaya koydunuz sudan çok daha fazlası akmaya başlar önünüzde, dilerseniz kana kana içersiniz o yorgunluğun, susuzluğun üstüne ya da gider başka çiçekleri sulayacak tulumba zahmeti olayına baştan girersiniz. Ama mantık basit tüm kadınlar aynı model ve kullanma kılavuzu tek, tıpkı erkeklerin olduğu gibi:)


Soru 3:  Çocuk olunca her şey çok zor?

Cevap: şimdi koskoca sanatçılar yazmış söylemiş bütün yaz tepemizde dönmüş durmuş şarkılar, yetmemiş, uygulamış ve mutluluğun formülünü belirtmişler, Sen ben bir de bebek, evli, mutlu, çocuklu:) Vardır bunca şarkının bir hikmeti değil mi? Şimdi çocuk mevzuu gerçekten zor; tüm taraflar ama özellikle anne için daha zor Hatta bir psikolojik araştırma neticesinde başka hiçbir maddi manevi sıkıntısı olmayan bir kadının 7/24 iki çocuğa bakıyor olmasının depresyona girmek için yeterli bir sebep olduğu belirlenmiş. Çözüm yine basit; haftada bir gün kadına özgürlük tanımak ve çocuklara dair bir şey yapmama şansı vermek. Nasıl becerirsiniz bilmem ama kadın tetkik hakimi falan değilse bu da garantili çözüm. Malum yoğun çalışan kadınların depresyona girmesine sadece çocuklar sebep olmuyor, her biri bir çocuk kadar yoran dosyalar da başlı başlına bir sebep sıyırmaya:)

Ha bu arada bir konu daha var çocuğunuzu seviyorsanız onun için en iyi anne- baba kendi anne babasıdır. Yani neymiş en iyi kadın, çocuğunun annesi, en iyi erkek çocuğunuzun babasıdır:) Bunu da yazın kafada bir yere, nasılsa beyin bedava bu ülkede:)



Şimdi gelelim çağımızın vebası internet bağımlılığı ve elimizin altıncı, sigaracılar için yedinci parmağı haline gelmiş, aklımızı başımızdan alan akıllı telefon çılgınlığına:) Oyun saplantılılar için diyecek bir şeyim yok, Allah şifa versin ama sosyal medya bağımlılığını daha tedavi edilebilir buluyorum:) 


Tabi konumuz evlilik ve sosyal medya olunca bu güzel platformun kullanıcısı eşlerin dikkat etmesi gereken hususlar konusuna da değinmeden geçmeyelim. Öncelikle saygı duymak lazım. Evliliğin temeli değil midir zaten saygı. Sosyal medyada özgürlüğün de asgari koşulu saygıdır bence. Hepimizin kendimizle kalmaya, özel alanlarımızın olmasına ihtiyacı var. Evlendik diye yüzde yüz tüm vaktimizi beraber, aynı şeylerden hoşlanarak, aynı şeyleri okuyarak, aynı şeylere gülerek geçirecek değiliz. Farklılıklardır birliktelikleri yaşatan. Bir kadın ve erkek fıtratlarının gereğini yapsa muhtemelen eve aldığı gazeteyi bile ikiye böler. Zaten hayat her şeyi kendimiz okuyarak öğreneceğimiz kadar uzun değil. Bırakın bir kısmını eşiniz okusun ve size anlatacak bir şeyi olsun. Yoksa zaten sürekli birliktelik nasıl dostluğu bile tüketiyorsa sürekli birbirini gören insanlar da birbirinin güzellikleri konusunda farkındalıklarını yitirir. Çok yaklaştığınız birini göremezsiniz, o da sizin bu kadar yakınınıza girip onun özel alanını hiçe saymanızdan ötürü rahatsız olur ve uzaklaşır. Böylece birlikte ama yalnız iki yabancıya dönüşürsünüz.

Eşiniz elinden telefonu bırakmıyorsa onunla paylaşımlarınızı daha özelden yapın. Mesela whatsapp kullanın, line'laşın, kızdınız mı viber'leyin ama facebook üstünden kime beğen yapmış, bu kadın da kimmiş, bu adamın nesini beğenmiş, bak bak bir de yorum yazmış, şunun bir de mesaj kutularını karıştırayım bakalım ne yapıyor diye boşa uğraşmayın. Alın size bomba gibi bir fikir. Paylaşın sosyal medyayı:) Biriniz face'e takılın biriniz twitt atın. İkiniz de aynı platformda olmayı istiyorsanız da bir çözüm var elbet, birbirinizi takip etmeyin:) Beraber profil açanlara ise diyecek bir şey bulamıyorum, eşinize bu kadar güvenmez ve tepesinden inmezseniz o kendine ne yollar bulur, dağları deler, sizi kandırmayı kafasına koymuş biri için her devirde bir sürü yol vardı ama şimdi bin bir gece masallarını yeniden yazdıracak nice yol daha bulundu, benden söylemesi.



Bugün bir çok evliliğin bitmesine sebep olan sosyal medya çok masumdur demiyorum, söylediğim şey şu, siz birey olun, evlenirken neye söz verdiğinizi unutmayın, kendi haklarınızı kullanırken eşinizin de hakkını gözetin.Yazışırken eşinizin nasıl bir ölçüde kalmasını istiyorsa yüreğiniz o ölçüyü kendinize koyun ve ona göre diyaloglar kurun. Kimse görmüyor diye tüm kurallarınızı yıkıp salim bir kafayla dönüp baktığınızda sizin bile varlığından haberdar olmadığınız bir canavarın içinizden çıkmasına müsaade etmeyin. Eşinizin sizi denetlemesinden sıkıldıysanız siz kendinizi denetleyin ve bu konuda ona müsterih olacağı pencereler açın. Birey olun, kimse görmüyor demeyin sadece Allah görüyor da sanmayın, en kolay izlenen şey internet üstü yazışmalardır. Belki çocuğunuz bile bir kaç küçük hareketle hesabınıza girip sildiğiniz geçmişleri geri getirecek donanıma sahiptir, bilemezsiniz. Neymiş birey oluyoruz, eşimizin ensesinde beklemiyoruz, yaptığı yoruma, beğeniye karışmıyoruz. Hatta takip etmiyoruz ki akıl sağlığımız yerinde dursun ve bize en çok da kendimizi keşfetmemiz için verilmiş aklı içimize dönmeye kullanıyoruz. Yani neymiş eğitim şart, ama önce kendimizi.

Hasıl-ı kelam mutlu olmak için gerçek hayatta ve sosyal medyada birey olmayı birey kalmayı öncelemeliyiz. Kendi özel alanlarımıza gösterilmesini istediğimiz saygı ve özeni eşimize de göstermeliyiz. Vicdanımızı kendimize denetmen olarak atadıktan sonra, ölçülü kullanım ile yaşadığımız küçük hayatlardan kurtulup bizim gibi hisseden, düşünen, söyleyen başka insanların varlığının verdiği güçle hayatın yükünden sıyrılmalı ve nefes almalıyız. Çünkü insanı hayatta en güçlü kılan yalnız olmadığını bilmesi, bir facebook grubu bile olsa aidiyet duygusunu tatmin etmesidir.

Sosyal medyanın gücü, bize katkıları, kaybettirdikleri ile beraber uzun bir yazının konusu ama kısaca şöyle bakabiliriz bu mecrada karşılaştığımız olaylara; bazen gördüğümüz iyi örnekleri hayatımıza aktarıp kötüleri gördükçe gözümüzdeki yakınlık tozunu silmelerine vesile olmaları nedeniyle onlara da teşekkür edip evimize dönebiliriz aslında.

Siz siz olun, evdeki ve eldeki imkanları gözardı etmeyin, pazara kadar değil mezara kadar sevin. Kalkın sevdiğinize bir kazak örün, bir yumurta kırın, yanına bir küçük karanfil koyup önce facete fotosunu paylaşıp sonra yemesine müsaade edin. Tulumbayı susuz bırakmayın, yoksa çiçeğimiz de kurur, tarlanız da. Ya da kökünden sıyrılıp koşar suyu bulmaya. Bütün kadınlar çiçektir su ister. Bütün ayçiçekleri gibi yüzünü güneşe döner. Işık olun, su olun, büyütün ay çiçeklerinizi ki zamanı geldiğinde başını eğsin ve size çiğdemini sunsun en organiğinden.

Asırlardır çözülememiş bunca konuyu çözdük gördünüz mü? Alkışlar için teşekkürler, her yorumunuz size yeni bir yazı olarak dönecektir, korkak alıştırmayın parmaklarınızı, pamuk eller klavyeye, birlikte özgür günlere.

Hadi kalın sağlıcakla; bir de şimdi whatsapptan bir mesaj yazın siz burada rahat rahat sosyal medyada dolaşın diye içeride evin yükünü çeken eşinize. Cevapsız kalmayacaksınızdır, ayni ya da nakdi olarak ödemesini yapacaktır eşiniz, garanti:)

Not: Bu arada ben de sevgili eşime, bloga, face ve twittera ayırabildiğim tüm vakitler için bana hayatın her alanında sağladığı kolaylıklar, destek, saygı ve güven için çok teşekkür ediyorum. Varlığım varlığı ile anlam buluyor:))  


HANDAN KILIÇ 

11 Temmuz 2014 Cuma

MİSAFİR ODALARINDA


Biz millet olarak misafirperver olarak tanınır, bu özelliğimizle de övünürüz. Aile fertlerinden kimsenin giremediği misafir odalarımız vardır, misafir masa örtüleri, misafirlik yemek takımları ve daha neler neler. Bunun konuğumuz için bir özen olduğunu düşünür ve evimizin en güzel yerini, en güzel takımlarımızı gelecek konuklarımıza saklarız. Çoğu zaman da bu sakladıklarımız günün modasına yenik düşer ama yine de kullanmayız.

Günümüzde insanların bireyselleşmesiyle önceliği kendine vermesi sonucu misafir odaları kısmen yaşanır salonlar haline gelmiş olsa da, daha eski zamanlarda annelerimizin bilinçaltı kodlamalarıyla nesilden nesile aktardığı bir gelenekle müze misali dokunulmazlıkları olan yerlerdi misafir odaları. Daha çocuk yaştayken misafir yanında bir şey istediği için anne babası tarafından cezalandırılan, misafirliğe gittiği yerde kendisi değil de uslu olması beklenen ve bunun sonucu bir daha kimsenin yanında bir şey isteyemediği gibi bunu hayatının vazgeçilmez kodları olarak her konuyu kapsayacak şekilde zihnine yerleştiren, dolayısıyla kendisi olmayı hiç bir zaman beceremeyen nice büyüğümüz vardır. 

Tabi onların da yetiştirdiği evlatlar millet kodlarından gelen bu genetik mirası büyüklerinden gördüğü öğrenilmiş çaresizlikle taçlandırdıkça misafir odalarının saltanatını aile bireyleri süremeyecektir. Tabi artık çocuk merkezli bir çağda yaşayıp tüm düzenimizi en değerli varlıklarımızın mutluluğu üzerine kurmamız nedeniyle evlerimizin salonları ile tanışsak da kendimizle tanışıp kaynaştığımız söylenemez.

Bu konuyu düşünmeme sebep olan, akşam sohbetiyle şereflendiğim bir dostun olaya farklı bir açıdan bakması oldu: "Misafir odaları aslında toplumumuzun ikiyüzlülüğünden başka bir şey değildir. İnsanlar orada kendileri değildir. Evin başka taraflarındaki yaşam o odada akmaz. Belki diğer yerler dağınıktır, insanın kendisi gibi ama misafir odası hep topludur, hele de eski kafalı annelerce kilitli tutulup misafirden misafire açılıyorsa. Aslolan samimiyettir. Kurgulanmış bir tiyatro oyununun sahnesidir misafir odaları." 

İşte böylesi kıymetli söylemlerle zihnimde yeni yeni pencereler açan dostuma teşekkür ederken, bir tas çorbanın paylaşıldığı ortamlar mı, servis tenceresi ile gelen ve aslını saklamaktan öte bir şey yapmayan şık bir sofradaki çorbanın mı daha lezzetli olduğunu düşündüm. 

Aslında nerede ne yediğiniz değildir önemli olan, filancanın duvar kağıtlarının şıklığı değildir ortamı güzelleştiren. Koltuğun rahatlığı, cazip rengi değildir bize keyif veren. Muhabbettir baldan tatlı olan ve neredeyse her yüreği samimiyeti ölçüsünde etkileyerek birbirine bağlayan.

Buradan bakınca gerçekten de ikiyüzlülüğümüzün en güzel ispatı imiş misafir odaları. Göstermediğimiz taraflarımızla, bazen kendimizden bile gizlediğimiz, acıtan, zayıf, kirli, bakımsız yanlarımızı kapattığımızı sandığımız, bir başkasını oynadığımız yerlermiş misafir odaları. 

Her maske ile kendimiz olmaktan uzaklaşarak karşımızdakinin kalıbına girip şeklimizi kaybettiğimiz kaypak bir zeminmiş misafir odaları. Ve belki de eskiden gelen her şeyin güzel olmadığının ispatıdır ikiyüzlülüğün görünür boyutuyla en net yansıdığı misafir odaları. 

Bunları düşündükçe başka başka mevzular da zorlamaya başladı zihin odalarımı. Hızlı bir zamanı yaşadığımız şu devirde ne kadar da az konuk ağırladığımız geldi aklıma. Dışarıda buluşmaktan daha fazla zevk alan bir topluma evrilirken misafir odalarının ikiyüzlülüğüne hasret kalacak gibi görünüyoruz. Ne dersiniz? Yoksa içeri misafir kabul edemeyecek kadar kirli, dağınık, bir maskeler dükkanı mı gönüllerimiz? Bu kadar karışık mı, "ben buna değerim" felsefesiyle şişirilmiş benliklerimiz? 

Rahmetli anneannemin bir sözü vardı; sık sık tekrar eder kulağımıza küpe olsun diye hep uyarırdı. Hatta ne kadar acelesi olursa olsun, evden çıkacaksa tabi bugünkü kadar ıvır zıvırla dolu olmayan evini toplar, yola gidenin hali belli olmaz, ölümüz gelirse uzatacak yer olsun derdi. Eşi olan dedem de neredeyse her gece yatmadan yatağının altını da kontrol eder, uçuşan bir toza bile rastlasa bir çomağın ucuna bağlanmış ıslak bezle orayı silerdi. Kimsenin görmediği yatak odasında, kimsenin göremeyeceği bir saatte orasının temizliğinden emin olduktan sonra ruhunu da temizleyecek dualarını okumadan kendini yarı ölüm olan uykunun kollarına bırakmazdı.

Galiba çözümsüzlüğün, kaosun, çokluğun hakim olduğu hayatlarımıza en iyi gelecek şey, evimizden başlayarak içimizle beraber arınmak, fazlalıklardan kurtulmak, aynaya baktığında utanmayacağı bir yüze sahip olup her yerde samimi ve dik duruşunu sürdürerek iki ya da çok yüzlü olmadan yaşamaya çalışmak. 

Anneannemin dediği gibi, "Evini temiz tut, misafir gelir, kendini temiz tut, ölüm gelir" gerçeğinin farkındalığı ile bakalım hayata.

Bugünden itibaren kullanmadığımız misafir odalarımızı açalım kalbimizin. Nasılsak öyle olalım. Kendimizi samimiyetin mihenk taşına vuralım.  

Ne kaybederiz, belki bir dünya. 

Ne kazanırız, hepsi ayrı bir dünya olan bir dolu gerçek dost, ardımızda bırakılacak şerefli bir ad, hesabı verilebilecek bir hayat!        
HANDAN KILIÇ

9 Temmuz 2014 Çarşamba

KAVAK AĞACI



          Limon ağacının narin çiçeklerinin yaydığı ferahlatıcı kokunun eşliğinde çocukluğunun geçtiği bahçeye girdi. Etraf sessiz, hava güneşe rağmen serindi. Yaz yağmurunun yıkadığı çiçekler renkli gözleriyle bakıyorlardı ona. Mor menekşeleri, beyaz ve pembe açmış bahar dalını, yasemini, beyaz, kırmızı, sarı gülleri, aslanağzını ve akşam sefalarını çok severdi. Bahçenin bu kadar renkli ve güzel olması için uğraş veren kişi genelde babannesiydi. Ara ara o da arka taraftaki çeşmeye hortumu takıp çiçekleri sular, ona yardım ederdi. Babaanesi bahçeyle ilgilenirken bütün sıkıntılarını unutur, her çiçeğe ayrı ilgi gösterirdi. Onların solan yapraklarını koparırken üzülür, derdini sorar, bir eliyle de ayrılık acısını yaşayan diğer yapraklarını okşardı. Asmanın gölgelediği çardaktaki divana oturup, toprakla uğraşan, çiçekleriyle ilgilenen babaannesini izlemeyi severdi. İşte yıllar sonra içinin dalgalandığı bir zamanda babaannesinin huzurunun sebebi diye düşündüğü o güzel bahçeye tekrar gelmişti.

           Ağaçlar da vardı bahçede, onları ise gençliğinde dedesi dikmişti. Farklı bir sürü ağacın yaprağı rüzgarın ritmiyle dokunurdu birbirine sakince. Nar, limona, bahçenin bir köşesinden tatlı tatlı gülümserken, İtalyan eriği ona yakın olmanın avantajını kullanır, yapraklarıyla dans ederdi hiç çekinmeden.  Akasya ağacı ise, girişte gelenleri karşılarken, misafirlerin üzerine çiçeklerini döker bahçenin en görkemli ağacı olmanın keyfini sürerdi.

         Sonra bir gün dedesi arazinin kenarından geçen ve debisi sürekli değişen cılız ırmağın hemen kıyısına sıra sıra ağaçlar dikti. İşte bu yeni dikilen kavak ağaçları kendi boyuna gelene kadar istediği gibi süzüldü akasya ama sonra yazgısına boyun eğdi ve gelenleri çiçekleriyle karşılama görevine devam etti.

           Kavak ağaçlarını hep sevmişti. Doğruluğu anımsatan dik duruşları etkileyiciydi.  Arada eğseler de başlarını, artsa da rüzgarlı havalarda hışırtılı çığlıkları yine de doğrulmayı bilir, önlerinden geçen ırmakta yıkanır ve tazelenmiş bir şeklide göğe bakarlardı. Onları her seyredişinde bu sessiz ve sabırlı bekleyişe hayran kalırdı.

           Killi toprağı severdi kavaklar. Bu topraktan verim almak zor olduğundan önce epey uğraştırırdı insanı. Ama onun dilini anlayana kapılarını nazsız niyazsız açardı. Sevgiyle geleni geri çevirmezdi. Vefalıydı killi toprak, suyunu alt tabakalara hemen salıvermez, sır gibi saklardı bağrında.  Ve o yılın sonunda mutlaka ona gönül bağlayanlara faydasını sunardı.

           Birden bire O’nu neden sevdiğini fark etti, doğruluğunu, samimiyetini kavak ağacına benzetmişti. O’nun serinliğinde zihnini dinlendirmişti.

          Gün akşama evrilirken ferahlatan yaz yağmuru yeniden başlamış, toprak kokusuna yeni biçilmiş çimlerin kokusu da karışmıştı. Bir süre yağmurun altında yürüyüp bahçenin köşesindeki eve yöneldi. Kıyafetleri ıslansa da umurunda değildi. Ama ya O’nun hediyesi flardan tasarlanan gerdanlık ıslanır da renkleri birbirine karışırsa diye endişelenince  kendini hemen eve attı. Ancak yağmurun kışkırttığı topraktan yayılan kokuyu duyabilmek için kapıyı açık bıraktı. Elini, boynunu saran ve bahçedeki çiçekler kadar renkli bu özel tasarımlı kolyede gezdirirken sanki takanın boynundan hiç çıkarmadan kıyafetlerinde  dolaşması istenmiş diye düşündü. Aşk gibi, dedi içinden, tüm bağları koparıp kendi bağlarını yeniden kuran aşk gibi. İşte kalbine en yakın yeri sarıp sarmalamıştı O’nun hediyesinin aşkla hayat bulan hali.

          İçeri girince oturma odasının köşesine yerleştirilen tahta masanın yanına gitti. Çiçekli masa örtüsünün üzerine serilen naylon tozlanmıştı. Eskiden her yer pırıl pırıl olurdu bu evde diye düşündü. Artık buraya sadece hafta sonları gelinir olmuştu. Genelde de bahçenin bakımı yapıldıktan sonra şehir merkezindeki eve dönülüyordu. Çantasından çıkardığı bir ıslak mendille masanın tozunu alıp dizüstü bilgisayarını koydu. Ekran açılınca müzik klasörünü tıkladı. Kalbine çarpan ilk parçayı işaretledi ve çalan müziğin eşliğinde gözlerini kapatıp divana uzandı. Rosey’den Love’du çalan, yüreği kanatlandıran.

“ Love, if you ever find me I wonder
Aşk, eğer beni bir gün bulursan merak ediyorum
Will you try me 
Beni deneyecek misin
Im so different than before
Ben öncekinden çok farklıyım”

          Birkaç kez dinledikten sonra şarkıyı mırıldanarak yerinden doğruldu ve duvar içine gizlenmiş dolaba doğru yürüdü. Dolabın kapağı açılırken çıkardığı ses menteşelerin epeydir yağlanmadığını haber veriyordu. Duvara çakılmış raflara bakarken arkada bir yerde en sevdiği oyuncağı gözüne ilişti. Turuncu renkli bu hacıyatmazı heyecanla eline aldı. İçindeki mıknatısı yerinden oynadığından ilk günkü gibi ayakta duramıyordu hacıyatmaz. Oysa kırılmadan önce ne yana yatırılsa ya da hangi baskıya maruz kalsa doğrulmayı bilirdi.

          Dedesi bu oyuncağı Hac dönüşü hediye etmişti. Annesi her zamanki otoriter tavrıyla bu senin için değil, daha küçük çocuklar için, onu kardeşine vermelisin, demişti. Oyuncağını vermek istemediğinden sıkıca tutmuş, devrilmiş dudakları ve ağlamaklı gözleriyle dedesine bakmıştı. Dedesi ona hiç kıyamazdı, ben zaten bütün torunlarıma birer tane aldım, diyerek çantasından bir hacıyatmaz daha çıkartmış, o sırada uyuyan kardeşine vermesi için annesine uzatmıştı.

          O gün akşama kadar yeni oyuncağıyla oynamıştı. İlk dikkatini çeken portakalı andıran şekli ve rengi olsa da oyuncağın bir türlü yatırılamıyor oluşundan çok etkilenmişti. Zamanla kimseyle paylaşmadığı bir oyuncak olmuştu Hacıyatmaz.

           Ama bir gün mahalleden arkadaşı Ahmet’le arasında bir tartışma çıkmıştı. Daha o yaşlarda bile haksızlığa hiç dayanamaz ve savunduğu fikirlerden dolayı geri adım atmazdı. O gün de böyle bir tavır sergileyince çok sinirlenen Ahmet, onun canını yakmak için en sevdiği oyuncağını elinden alıp  yere fırlatmıştı. Bunun üzerine iri yeşil gözlerinden boşalan yaşlarla, hızla yuvarlanan hacıyatmazın peşinden koşmuş, Ahmet’e olan öfkesini gizleme gereği duymadan bağırarak ağlamıştı. Oyuncağı, epey yuvarlandıktan sonra yakalamış, her yerine güzelce bakıp herhangi bir kırık olmadığını görünce de sevinmişti. Fakat bir zaman sonra hacıyatmazın içinden gelen sesleri duyup yattığı yerden doğrulmakta zorlandığını görünce bir şeylerin değiştiğini anlamıştı. Bunun üzerine tekrar ağlamaya başlamış, hıçkırık sesini duyan babası hemen yanına gelmişti. Telaşlı gözlerle bakıp ne olduğunu soran babasına burnunu çeke çeke oyuncağının kırıldığını anlatmıştı. Üzülme demişti babası, yenisini alırız, hayır demişti ısrarla, ben bunu istiyorum, hem nerden alırız, ne olur babacığım tamir et, diye yalvarmıştı. Babası oyuncağın içini açmış, yerinden oynayan mıknatısı göstermiş ve Japon yapıştırıcısı ile sabitleyip kuruması gerektiğini söyleyerek duvardaki dolaba kaldırmıştı.

          Ertesi gün okuldan gelince, daha önlüğünü çıkarmadan dolaba yönelmiş ancak kapağı açtığında turuncu oyuncağını göremeyerek annesine seslenmişti. Annesi her zamanki gibi mutfakta misafirlere ikram edilmek üzere tabakları hazırlamakta olduğundan onu duymamıştı. Yanına gidip bir kez daha sorduğunda ise ne bileyim senin oyuncağını, şimdi babaannenin misafirleri için hazırlık yapıyorum, sen de önce elini yüzünü yıka, üstünü değiştir ve arka bahçede oturan Kamuran Teyzenlere bir hoş geldin de, demişti. Peki anne, diyerek denilenleri yapmıştı. Kamuran Teyze haylaz torununu da getirmişti yanında. Arkadaşları arasında o çocuğu hem çok sever hem de çok kavga ederdi. O gün gülümseyen gözlerle büyüklerin ellerini öptükten sonra divanın örtüsünün kenarından, yerdeki turuncu oyuncağını farketmiş, hemen eğilmiş ama en sevdiği oyuncağının içinin bir kez daha kırılmış olduğunu görmüştü. Kıvırcık sarı saçları, küçük gözleriyle pişkince sırıtmıştı haylaz çocuk. Ona hiçbir şey demeden, gözyaşlarıyla içeriye koşup gitmiş, kendini yatağın üzerine bırakıp ağlamaya devam etmişti. Ne kadar süre ağladığını hiçbir zaman bilen olmamıştı. En sonunda gücü tükenmiş, oracıkta uyuya kalmıştı.

        Akşam babası gelince onu öperek uyandırmıştı. Gözünü açar açmaz babasından oyuncağını tekrar tamir etmesini istemişti. Bir daha yapışmaz bu mıknatıs, kötü kırılmış demişti babası, olsun, ben onu istiyorum diyerek ısrar etmişti. Peki diyerek tekrar yapıştırmıştı babası hacıyatmazı. İlk hali gibi olmasa da oyuncağını bir daha kimseye vermemişti. Yıllar sonra hacıyatmazla tekrar karşılaşmak bunları hatırlatıp acı acı gülümsetmişti.

        Mıknatıs oyuncağın kalbiydi aslında. Tıpkı insanoğlunun gönlü gibi, o kırılınca diğer her yeri sağlam olsa da ayakta duramıyor ya insan diye düşündü. İşte şimdi hacıyatmaz da ne yana çevirsen orada kalan bir haldeydi. Bu sefer onu kendine benzetti. Eline aldı, pencereye doğru yürüdü. Perdeyi araladığında dik duruşlarına hayran olduğu kavak ağaçları gözüne ilişti. Yaprakların vakur bir edayla selam verişleri karşısında onu çok özlediğini fark etti. Elindeki turuncu renkli hacıyatmaza baktı, onun yokluğunda kalbini kıranlar tek tek gözünün önünden geçti. Acı acı gülümseyip, oyuncağı okşadı, öptü, bağrına bastı. Ona sarıldıkça kendine sarıldığını hissetti. Ama sabahın serin rüzgarına rağmen vakur duruşunu sürdüren kavak ağacını düşününce incinmemeli diye mırıldandı. Boğazında düğümlenen kelimeler onu zorlayınca masanın yanına giderek çantasından not defterini çıkardı. “Sevgilim” diyerek başladı satırlara. Yazarken eli yetişemiyordu içindeki çığlığın hızına. Sayfalar sonra ”Senin için senden vazgeçerim” diye ödünç bir cümleyle mektubunu bitirdi. Altına imzasını atıp,  yazdığı sayfaları defterden kopardı. Dörde katlayıp zarfladı ve zarfın ağzını kapattı. Hiçbir zaman adresine yollanmayacak mektuplara bir yenisini daha ekleyerek  bahçeye çıktı., gün yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı.

         Gözü kavağın dik duruşunda, kulağı rüzgarla oynaşan yaprakların şarkısında, bahçede dolaşmaya başladı. Sanki dedesi sesleniyordu yıllar önce diktiği ağaçların arasından,“Her gecenin sabahı vardır, yeter ki sen kendini belalardan, kalbini kırgınlıklardan uzak tut da, ferahlatsın sana Hayat Veren. Hem unutma, kamil değildir o kişi, incinir incitenden, sen incinme inci”tenden”.

HANDAN KILIÇ

HUKAB 2014 Ocak-Şubat-Mart sayısında yayınlanmıştır.