Hayat
yolunda önümüze çıkan her şey mükemmel bir planın parçası, kaderimizin
vazgeçilmez kilometre taşlarıdır. Bu bazen bir kitap olur alır götürür bizi,
uzaklara. Kimi zaman bir film olarak çıkar karşımıza, duygularımıza tercüman
olur. Onun için önümüze çıkan her şeye dikkat kesilmeliyiz, her insana önem
vermeli ve hayat serüvenimizde birbirimizin önüne çıkarılışımızın sebeplerini
düşünerek kişisel menkıbemize olacak katkılarını fark etmeliyiz. Bu şekilde
kalıcı dostluklar kurabileceğimiz gibi, iyi tarafından bakarak bizi bir sonraki
yanlıştan koruyacak hatalarımızın da öğreticiliğinden faydalanabiliriz. Epey
zamandır adını duyduğum ama çeşitli sebeplerle seyretmekten çekindiğim bir
filmi, çok değerli bir arkadaşımın ısrarlı talebi üzerine, sırf onun hatırını
kırmamak için seyrettim bugün.
Her şeyin
bir vakti zamanı vardır der ya büyükler, işte, benim de bu filme rastlamam için
bu zamana kadar beklemem, içimde dönüp duran duygu parçaları arasında bir düzen
kurmam ve o güzel insanın ısrarıyla karşılaşmam gerekiyormuş.
İtiraf
etmek gerekirse, son yıllarda izlediğim bir çok güzel filmin önüne geçen bu
filmi, artık, “Mutlaka seyredilmesi gerekenler” listesini başına koyuyor ve
herkese tavsiye ederken beni bu filmle buluşturan arkadaşıma teşekkürlerimi
sunuyorum.
2010
yapımı bu filmi eminim seyredenleriniz de çoktur. Gözyaşı ve umudun, sevgi ve
nefretin, doğruluk ve yalanın, ötekileştirme ve ırkçılık ile dinler arası
savaşın ve tüm savaşlarda ölenlerin geride bıraktığı boşluğun, sevdikleri
nezdinde aynı olduğunun bu kadar güzel anlatıldığı bir film var mı bilmiyorum. Gerçek
koşulsuz sevginin, duru bir aşkın, büyük fedakarlıkların, anneliğin, eş
olmanın, çocuk yetiştirmenin, insan olmanın, insan kalmanın, inançlara saygı
gösterip, sevgi ile her zorluğun aşılacağı ve bu dünyada beraberce
yaşanabileceğinin anlatıldığı, bunca güzel temanın izleyeni sıkmadan, boğmadan mükemmel bir
örüntü ile sıralandığı, ve bittiğinde döktüğünüz gözyaşı oranında büyük bir umutla dolduğunuz kaç film
vardır ki!
Ve tabi neden bizim sinemamız
böylesi kadim bilgeliği yanına alıp bir eser koyamıyor da basit, ucuz belaltı
espirilerle dolu komedi filmleriyle, kendi karanlık ruhunun içine hapsolmuş
çıkış kapısı bulamayan ve sadece bir durumun fotografını çekerek bir hikaye
anlatmaktan uzak sanat filmleri yapıyor diye hayıflanacağınız filmin adı Benim Adım Khan.
(Filmi seyretmemiş olanlar konuyu öğrenmek istemiyorlarsa çizgiler arasındaki kısmı okumayabilirler)
Filmin
konusunu vikipedia’dan alıntılayarak şöyle özetleyebiliriz.” Rızvan Khan (Shahrukh
Khan) küçüklüğünü
annesiyle (Zarina Vahab) ıssız bir yerde geçiren bir müslümandır. Annesi öldükten sonra
Amerika'ya küçük kardeşinin yanına gider. Orada tanıştığı ve aşık olduğu
Mandira (Kajol) adında dul ve Hindu bir kadın ile evlenir. Rızvan Khan aynı
zamanda da Asperger sendromu hastasıdır. Bu hastalık Otizm rahatsızlığının bir çeşididir ve ömür
boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan
davranışlara yol açan beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlıktır. 11
Eylül saldırılarından sonra Mandira'nın oğlu faşist kesimler
tarafından döverek öldürülür. Öldürülme sebebi annesi evlendikten sonra Khan
soyadını almış olmalarıdır. Bunun üzerine Mandira Rizvan'i terk eder ve ona
gitmesini söyler. Rizvan ne zaman geri gelebileceğini sorunca, Mandira ona
Amerika Birleşik Devletleri başkanına gidip, adının Khan olduğunu ama bir
terörist olmadığını açıklamasını ve ondan sonra geri gelmesini söyler. Rizvan
hastalığı dolayısıyla bunu ciddiye alır ve yolculuğuna başlar. Başkan ile
buluşmadan geri dönmeyecektir ve ona diyecektir ki: "Sayın Başkan, benim
adım Khan ve ben bir terörist değilim."
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Filmin her sahnesi ayrı bir yazı konusu, bu
nedenle neresinden başlayacağımı bilemiyorum. Filmin baş kahramanından
başlarsak, bu iyi adam, Asperger Sendromu olarak tanımlanan bir çeşit
otizmlidir. Ülkemizde de son yıllarda sayıları artan otist çocuklarla sık sık
karşılaşıyoruz. Sebebi bilinemeyen, tam olarak çözümü olmasa da, özel ilgi,
koşulsuz sevgi ve eğitimle çok yol katedilebilen, iki yüz çeşidi olduğundan
neredeyse her hastanın farklı olduğu, dolayısıyla eğitimlerle farklı ilerlediği
bir sendrom olan otizmle mücadele eden aileler ve eğitimcileri zorlu süreçler
bekliyor. Antiparantez bir hususu da belirtmek istiyorum, her ne kadar sebepleri bilinmese de
otistiklerin bağırsak yapılarındaki farklılık sebebiyle beslenmelerinin
düzenlenmesi halinde normale daha çok yaklaştıkları tespit edilmiş. Konuyla
ilgilenenlerin bu röportajı okumalarını tavsiye ederek filme geri dönüyorum.
Filmde, bir de, başrol oyuncusunun hayata
tutunmasını sağlayan, okumuş yazmış olmasa da muhteşem sevgisi, ilgisi, sabrı
ve çabası ile evladını dünyaya kazandırmış kahraman bir anne var. Sarılmaktan,
insanlarla göz teması kurmaktan kaçınan oğluna sevgi ile sarılmayı dahi
öğreterek ondaki farklılığı kazanca çeviren, onu kendi çabasıyla, horlandığı
okul ortamından alıp eğitimine destek olacağını düşündüğü birine götürerek,
yardım eden adamın da hayata tutunmasını sağlayan güçlü bir kadın. Belki tek
eksiği, bunları yapmaya çalışırken üstün zekalı olan küçük oğlundan çok fazla
anlayış bekleyerek, küçük bir çocuğun omuzlarına büyük bir yük bindirmesi
olabilir. Ama işte hayat her gün ayrı zorluklarla sınarken insanı, çocuklarına
bakmak için evde nakış işleyen, fakir bu kadını böyle çocuklar yetiştirebildiği
için kutlamak dışında yapabileceğimiz bir şey yok.
Khan, bir gün eve geldiğinde Müslümanların cihadı
üzerine yapılan radikal bir konuşmadan duyduklarını tekrar ederken annesi ona
basit bir şekilde hiçbir okulda verilmeyen çok önemli bir insanlık dersini
veriyor. Filmin ana temasını oluşturan o sahnede çöpten iki adam çiziyor ve
birinin eline sopa, birinin eline lolipop veriyor. Bunların farklı dinlerden
olduğunu söylüyor. Arasındaki farkı bul dediğinde hiç bir fark olmadığını gören
Khan’a “Dünyada iki tür insan vardır, hep iyi olanlar ve hep kötü olanlar. “ diyerek
zihnine iyi adam olup, kötülerden uzak durması gerektiğinin tohumlarını atıyor.
Bir arkadaşımın üstün zekalı dört çocuğundan
sonra dünyaya gelen beşinci oğluna küçük yaşta otist tanısı konmuştu. Bir gün
sohbet ederken, bu konuda kendi kardeşlerinden dolayı özel eğitimin farkındalık
kurallarını bilen ve büyük bir özveri ile çabalayan, fedakar eşi sayesinde, çok
güzel konuşan, topluma uyumlu ama tabi onun otizmi donuk zeka olarak
tanımlandığından, hep 5-6 yaşlarında bir çocuk saflığında kalacak olan
çocuğundan bahsederken, beş evladım var ama cennete gideceğinden emin olduğum
bir bu çocuk var demişti. Çünkü diğerleri zekalarını yanlış kullanabilir, hırslarının
esiri, zevklerinin takipçisi olup vicdanlarını kaybedebilecek bir hayat
sürerken o hiçbir zaman kötü bir insan olmayacaktır diye de ilave etmişti. Eşi
gözyaşlarını saklamadan “Onu çok seviyorum, onu için yaptığım hiç bir şey, verdiğim hiç bir emek
bana zor gelmiyor. Tek korkum ondan önce ölmek!” deyince on yaşındaki kızı biz
ne güne duruyoruz, kardeşimize biz sahip çıkarız anne diyerek aile olabildiklerini
göstermişti.
Filmde de, sevgiyle büyüttüğü oğlu, yanında, ama
tam burs kazanıp Amerika’ya giden, orada evlenip iş kuran, bir daha ülkesine
dönmeyen küçük oğlunun hasreti içinde olan anne ölüyor. Cenazeye gelen kardeş, bir nevi emanet
olarak kabul ettiği, annesinin ilgisini, onun yüzünden kendisinden esirgediğini
düşünerek kıskandığı ağabeyini de alıp Amerika’ya götürüyor.
Filmin bence en etkileyici sahnelerinden biri
Khan’ın annesinin mezarı başındaki hali… İlerleyen sahnelerde evlendiği kadının
çocuğunun ölümünde de aynı acı bu sefer kadının gözünden perdeye yansıtılıyor.
O neşeli, o sevgi dolu kadın gidiyor, yerine, oğlunun ölüm saatine takılı kalan
zihni ile içindeki sevginin yerini öfke ve nefret alan bir insan geliyor.
Kabullenmek otist olan Khan’da çocuksu bir saflıkla mümkünken, normal bir insan
olan karısı için bu daha zor oluyor. Çünkü nedensellik bağı kurarak sebep
arıyor ve tüm benliğini ele geçiren bir
öfke ile yanlış yollara sapıyor. Akıl çoğu zaman insana teslimiyet konusunda
ayak bağı oluyor. Onun için burada bir çok kutsal öğretide yer bulan “Allah’ım,
bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirme cesareti, değiştiremeyeceğim şeyleri
kabullenme huzuru ve ikisi arasındaki farkı anlayabilme yeteneği ver “ diye dua etmekten başka çare kalmıyor.
Allah evlat acısını kimseye yaşatmasın lakin
anne için çocuk, çocuk için anne ölümü kaç yaşında olursa olsunlar, her zaman
kalanın yaşamı için bir milat oluyor. Zaman geçtikçe ilk acısı azalsa da, yani
alışsa da, kaybının yokluğuna, kimisi geçmişe dair büyük bir özlemle doluyor,
biriktirdiği güzel anılarını kara gün akçesi gibi bozdurup bozdurup bulunduğu
günden maziye kaçmak için kullanıyor. Kimisi de isyanın karanlık sularına
dalarak kendi yaşamını da anlamsızlaştırıyor.
Sezai Karakoç 1958 yılında yazdığı Anneler ve Çocuklar şiirinde bu acıyı nasıl da sığdırmış
mısralara;
“Anne öldü mü çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde siyah bir çubuk
Ağzında küçük bir leke
Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünür gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne
Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne”
Tekrar filme dönersek, Khan için asıl tanıyı
kardeşinin psikolog olan karısı koyuyor ve ona etrafına bakarken korktuğu kalabalıkların,
gerçeklik hissini kırmak için bir kamera veriyor. Göz teması kurmaktan kaçınan
bu koca yürekli adam sanki televizyon ekranından görüyormuşcasına bakarak
insanlar arasına karışıyor. Babasının çalıştığı yerin yakınında bulduğu
malzemelerle her türlü tamir yapmayı kendi kendine öğrenen, her konuda derin
okumalar yaparak, “google”vari
ansiklopedik bir hafızaya sahip olan Khan’ın ağzından anlatılan filmde
“Farklı Zihinler” adlı kitapta kendisi gibi insanların duygularını dile
dökemediğini, ama yazabildiğini, bundan sonra, ayrılmak zorunda olduğu karısına
mektuplar yazarak duygularından haberdar edeceğini söylüyor. Sanırım sana bir kere bile seni seviyorum demediğim için
bana bu kadar kızgınsın dediği sahne ile kardeşinin ağladığı sahnede, Zakir daha
şanslı çünkü ağlayabiliyor dediği karede Asperger Sendromunun belirgin
özelliklerini vurguluyor. Duygularımızı yaşıyor, yazıyor, konuşuyor, ağlıyor,
gülüyoruz, belki de bir sürü şeyden şikayet ediyoruz ya hani, bu tavrımız
aslında bunların da birer nimet olduğunun farkına varmadığımızdan olsa gerek.
Khan, aşık olduğu sahnedeki durumunu da şöyle
açıklıyor: “Fizikteki eğlence teorisine göre kimi sesler kalp atışınızın
hızlanmasına sebep olabilir. Bu benim için kahkaha sesidir” Sevgi dolu bir anne
tarafından büyütülmenin neticesinde iyiliğe, sevgiye ve kahkaha sesine
duyarlılık kazanan bu adam kardeşinin ürettiği doğal bakım ürünlerini, güzellik
salonlarına satarken kahkahası ve güzelliği ile dikkatini çeken Mandira’yla
tanışarak onu evlenmeye ikna ediyor. Ondan bahsederken tıpkı annem gibi neden
böyle olduğumu düşünmeden beni anlıyor demesi de otizmli insanların, koşulsuz
sevgiye olan ihtiyacını ortaya koyuyor.
Filmde, ürünleri satarken asla yalan söylemeyen, yolda,
satışta, her ne olursa olsun ibadetlerini aksatmayan otist Khan’ın, İslam
dininin asla özüyle bağdaşmayan ancak bugün çeşitli şeytani senaryolarla
terörle anılır hale geldiği, bölücülük, ırkçılık illetinin tüm dünyaya
yayıldığı bir zamanda, iyi bir Müslüman rol modeli olarak seçilmesi bana çok manidar geldi.
Eksik görülen, cahil toplumlarda aşağılanan, hasta
oldukları, saf oldukları yönünde toplumsal baskılara maruz kalan bu otizm ve
benzeri sendromlara sahip insanların bile, İslam’ın özünü anlayabileceği,
okuyarak ve yaşayarak insanlığa dinini en güzel şekilde anlatabileceği, cihad
kavramının üzerinden yapılan spekülasyonları ve oynanan oyunları, nedensellik bağı kurmada zorlanan bir insanın
bile bozabileceğini göstermesi açısından çok etkileyici buldum.
Her sahnede,
iyi olmayı başarabilmiş bir adamın, sözünün eri oluşu, müslümanın müslümana
yaptığı zulmün de karşısında duruşu, “Kalpten inanırsak eğer, her şeyim
üstesinden geleceğiz” şarkısını hayatının merkezine koyarak, hedefine varması
için zamanının gelmesini sabırla bekleyişi, yalnız kalışı, ama asla ülkesine ve
değer verdiği insanlara ihanet etmeyişi ile
sebepleri tüketmesi ve sonunda elinden geleni yapıp Allah’ın yardımının erişmesi
ile Amerikan Başkanıyla bile tanışacak noktaya gelmesi,
terörist olmadığını tüm dünyaya haykırması ve medya yoluyla büyük kitlelere
ulaşarak Müslümanlar hakkında yayılan kötü imajı düzelttiği gibi, Müslümanlara
da inançlarını yaşama konusunda cesaret vermesi açısından mükemmel bir karakter
inşa edilmiş.
Kısır
döngülerde hapsolmuş, kulaktan dolma bilgilerle dolduruşa getirilen insanlar
yerine, akleden, düşünen, okuyan bir din mensubiyetinin yüceltildiği ve bütün
evrenin mayası olan sevgi eksenine gelecek bir dünyanın ancak kardeşlik ve
huzura ev sahipliği yapabileceğini anlatan Khan’ın, hedefine ulaşmak için dua
etmeliyim diyerek girdiği camide, halkı örgütleyerek kan dökülmesi için Hz
İbrahim’in, Hz.İsmail’i kurban etmesi örneğinin çarpıtılarak anlatıldığını
gördüğü sahne de, filmin en çok etkilendiğim karelerinden oldu. Orada konuyu
anlatan kişiye dönüp, cemaatin içinde sen yalancısın.Annem bana bu hikayenin
aslını anlattı.”Hz İbrahim’in oğlunu kurban etmesi inancına ne kadar bağlı
olduğunu gösterir. Annem derdi ki, Allah’a yakın olmanın yolu nefret ya da
savaş değil, kesinlikle sevgidir” deyince
eylem yapmaları için psikolojik olarak alt yapısı kurulan planı tek başına
çökerten Khan’ın anlattıkları üzerinden cemaat olayı sorgulamaya başladı. Böylece,
belki de, kanlı bir facianın daha önüne geçildi.
Uzun ama
akıcı filmin sonunda Khan, sevgili eşine onca macera sonunda mektup yazarken
şöyle diyor; dünya tuhaf bir yer ne kadar anlamaya çalışsam da kafam daha çok
karışıyor ve seni çok özlüyorum.
Gerçekten
de dünya tuhaf gözüken bir yer. Ama biliyoruz ki, Allah bu dünyayı yaratırken
büyük bir plan dahilinde, hepimizin hayatlarını da içine alacak şekilde bir
denge üzerine kurmuş. İnsana güç vermiş, akıl vermiş, vicdan vermiş, bunları
kullanabilmek için irade vermiş ve bir yaşam süresince bizi özgür bırakmıştır.
İyi ya da kötüyü göstermiş, ikisine de meyledecek mekanizmaları benliğimize
yerleştirmiştir. Bu nedenle normal olarak dünyaya gelen kimse ne tamamen kötü,
ne de tamamen iyidir. Hep bir çekişmenin ortasında ömür sürer. Kalbini
beslediği, vicdanını ölçü kıldığı derecede
iyi olmaya yakındır. Hırslarının, menfaatin, haksızlığın peşinden
gittiği kadar kötülüğe yatkındır. Bütün kutsal öğretiler insanın içindeki bu
savaşın kazanılması için çareler sunar. Ama bugün görüyoruz ki, bütün dünya
savaşların, kötülüğün, haksız yere öldürülenlerin, her ne şekilde ölürse ölsün,
hangi inanca sahip olursa olsun ardında kalanların aynı acıyı yaşadığı zalim bir
yer haline gelmiştir.
Önceleri
otizmin bu kadar yaygın olmadığı, gelişen teknoloji ile beraber
yaygınlaştığı söyleniyor. Bu filmi izleyince, tedavisi sevgi olan bir
sendromun, mükemmelliğin önceliği, çocukların yarıştırıldığı bir çağda, kendi canından bir varlığı eksiklikleriyle ailelerinin
bile zor kabullendiği, “Ben buna değerim” gibi içi boş reklam sloganları ile
kendine tapınmayı marifet sanan ve iyi insan olma vasıflarını hızla yitiren kişilerin
arttığı günümüzde, asla kötü olamayacak bu sabilerin, zalimleşen insanlığa,
iyiliği anlatacak, masumiyeti hatırlatarak akletmelerini sağlayacak temsilciler
olması mümkün göründü.
Filmde
büyük iyiliklere ve yardım kampayalarına vesile olan Khan, bize bir gerçeği
daha anımsatıyor. Büyük başarılar için çok zeki olmak, çok eğitimli olmak, çok
güzel, çok yakışıklı olup caka satmak değil samimiyetle bir hedefe yürümek, ne
olursa olsun iyilikten ödün vermeden, çağın tüm saldırılarına karşı kalbini ve
vicdanını koruyarak, her kime olursa olsun zulme karşı durarak, her şeyin yerli
yerine konması şeklinde tarif edilen adalete saygılı olarak kazanılabilir.
Neyin kazanç neyin kayıp olduğu, altüst olan değerler yüzünden birbirine
karışmış görünse de, rotası kalbi olanlar kazançları kolayca fark edecektir.
Kadim
geleneğimizin getirdiği bilgelikle, bütün zafer kazanan komutanların dediği
gibi demeliyiz belki de; Gayret bizden, zafer Allah’tan.
Ey insanlık
! Senden farklı olan, farklı giyinen, başka düşünen, başka inanan, farklı olan
herkes tıpkı senin gibi bu dünyanın bir parçası ve senin kadar hak ediyor saygıyı,
sevgiyi, insanlığı. Öyleyse bırak farklılıklarla olan savaşı ve kendini tanı,
özüne yerleştirilmiş iyilik madenini bul ve sev Yaradan’dan ötürü yaradılanı.
HANDAN
KILIÇ