İki
görüntü alır götürür beni uzaklara.Babasının elinden tutarak dünyaya meydan
okuyacak kadar güçlü ve güvende olduğunu hisseden bir kız çocuğu ile ne olursa
olsun, n’aparsa yapsın onu sevmekten korumaktan vazgeçmeyeceğini bildiği
annesinin elini tutarak yürüyen erkek çocuğu… Şefkatin cisimleşmiş halidir ya
ikisi de, yerleri dolduramayacak kim vardır hayatta desek herhalde hepimizin
cevabı anne babalarımız olur.
Daha
bebekken babasını yitiren bir arkadaşım vardı: Evde bir erkek, bir baba
karakteri ile beraber büyüse de kendi babasının yerini tutmayacağından olsa
gerek ışıl ışıl parlayan gözlerine dikkatle bakınca gönlündeki o büyük hüzünlü
boşluğu görüyordum her seferinde. Bir gün birkaç arkadaş oturmuş, hayata dair derin mevzulara dalmış sohbet
ederken, babasını küçükken yitiren arkadaşım salıncak figürünün hayatında
önemli olduğunu, hatta nerede üzerinde salıncak resmi olan bir kıyafet görse,
koşup aldığını söylemişti. Çocukluğumu da doya doya yaşadım, annem elinden
geleni yaptı, salıncaklardan inmezdim, sokakta oynar, erkek çocukları ile
beraber maç bile yapardım, hiç kısıtlanmadım deyince isabetli psikolojik
tahlilleriyle ünlü diğer arkadaşımız, ona hitaben; sen hep o boşluğu doldurmaya
çalışıyorsun diyerek söze girdi. Senin hayatında salıncak önemli, hep
sallanıyorsun ama sallayan kişi yok resimde.
Sohbet
koyulaşıp tahliller derinleşmişti ki, ben de farkında olmadan kendimi
çocukluğumda, o “kaydedilmiş cennet” te buldum. Salıncakları seven bir çocuk
olsam da, bizde maalesef durum tam tersiydi. Çok korumacı bir babanın kızı
olarak, küçükken aman düşer bir yerini kırarsın diye, büyüyünce de, koca kız
sallanır mı ayıp, hanım kızlara yakışmaz söylemleri sebebiyle çok fazla
salıncağa bindiğimi hatırlamıyorum. Haksızlık da yapmayayım, bizi her gün parka
götürürdü babam, zaten küçük parkta oturuyorduk. Bazı akşamlar büyük parka da
giderdik ama kastettiğim tek başına sallanılan uzun zincirli salıncaklar.
Yoksa, her gün dört kişinin sallandığı ve babamın daha güvenli olduğuna
inandığı salıncaklarda çok sallandım. Hatta ortaokulumun bahçesinde de, kız
meslek lisesinin kreşi olduğundan, teneffüslerde, oradaki yine dört kişilik salıncaklarda hız
denemeleri yapmışlığımız çoktur. Arkadaşlarım salıncak üzerine ateşli bir
muhabbete dalmışken ben de, içimin labirentlerinde çocukluğumdan izler aramaya
koyulmuştum bile: İşte o esnada bir aydınlanma yaşadım ve uzun yıllardır şöyle
gönlümce sallanmadığımı fark ettim.
Sallanmak,
o gidiş geliş, o salınıma kendini bırakmak, durağanlıktan kurtulmanın en kolay
yoluydu aslında.Yıllardır sallanmamıştım. Yıllardır düz giden bir yoldan, yan
yollara sapmamıştım.Böyle sallanmaktan bahsettikçe içime özlemle beraber bir
heves düştü birden bire. Kısa süre sonra tatile gittiğim bir mekanda keşif
yaparken uzun zincirleri olan tekli salıncakları gözüme kestirdim. El ayak
çekilince salıncaklara yaklaşıp hafif hafif sallanmaya başladım.Çocuklar için
tasarlanmış bu salıncağın beni taşıyıp taşımayacağı endişesinin yersiz olduğunu
anladıktan sonra hızımı arttırdım. Yükseldikçe içimin ferahladığını hissettim.
Sallanmayı çok özlemiştim. Hem artık hızlanmak için kimseye ihtiyacım olmayacak
kadar büyümüştüm. Durmak istediğimde de durabilirdim. O an korkularımdan sıyrılarak
kendimi sallanmanın keyfine bıraktım. Bir taraftan sallanıyor, bir taraftan
ılık ılık esen deniz havasının tazeleyici serinliğinde bizi sınırlayan zihin
kalıplarımızı düşünüyordum.Ne kadar çoktular. Toplumsal kurallar, aile ve çevre
baskıları, anlamsız adetler, yanlış yorumlanan dini öğretiler… Sonra belki de
bilgi, evet bilgi, artan bilginin insanı durduran, cesaretini kıran bir tarafı
olduğu muhakkaktı. Kanser olduğunu öğrenen bir doktor, bu konuda hiçbir bilgisi
olmayan hastası kadar umutlu olamaz ya hani, insan da ne kadar çok bilirse kötü
olasılıkları hesaplama oranı yükselirdi. Belki de bilginin gücüyle kandırılmaz
hale gelirdi lakin insan, bilgiyle beraber teslimiyet konforunu kaybederdi.
İşte babamda da bu durum vardı. Elinden hiç kitap düşmeyen bu eğitimli adam,
sürekli endişeli ve en kötüyü düşünen kafa yapısıyla bizi de devamlı olasılık
hesabı yapacak şekilde yetiştirdi. Sallanırken içimden geçenleri fark edince
gülümsedim, babamdaki kötümserliğin nasıl bize de sirayet ettiğini gördüm: Zincir kopsa nereye düşerim, daha fazla
hızlanırsam arkadaki duvara çarpar mıyım, bir yerim kırılsa çocuk da değiliz,
hemen iyileşmez, ama kemik suyu iyi gelir gibi gereksiz düşüncelerin
saldırısına uğrayan zihnim sallanmanın keyfini çıkarmama engel oluyordu. Demek
ki, sadece vücudumuzun enerjisiyle hareket ettirerek kullandığımız bir aletle,
gevşemek amacıyla yaptığımız bir eylem bile birden bire zihnimize doluşan
düşünceler yüzünden anlamını yitirebiliyordu. Bunun için bile insanın kendini
rahat bırakması gerekiyordu. Hepimiz belleğimizin kara kutularına kaydedilmiş
zanların etkisi altındaydık.
Bir
yandan yalnızlığın ve özgürlüğün keyfini sürdüğüm gecede, salıncaktayken
düşünceler denizinde yüzmeye devam ettim: Her kulaçta bir başka düşünce su
yüzüne çıkıyordu: Çok hızlanırsam
durduracak, düşersem kaldıracak biri olsa, hatta beni sallasa, nazımı çekse
daha zevkli olmaz mıydı sallanmak? Ama bu, sınırlanmayı da kabul etmekti.
Hayatta her şey beraber olmuyordu, düştüğümüzde yaralarınıza pansuman yapacak
biri varsa yanımızda mutlaka ben söylemiştim, dikkatli olsaydın, hep böyle
yapıyorsun gibi yorumlarını da dinlemek zorundaydık ya, aynı onun gibi tek
başınalıktan sıkılarak birileriyle sallanmak istersek özgürlüğümüzü feda
ediyor, güvenliğimizi kazanıyorduk.
Salıncaklı
tişörtleri seven arkadaşıma, bir gün benim de salıncakları görünce
heyecanlandığımdan bahsedip sallanma geçmişime dair kısıtlayıcı anekdotlar
anlatınca, beni kimse engellemedi, o kadar çok sallandım ki hala rüyamda bile
sallanırım demişti. Rüyalar, bilincimizden sıyrıldığımız, arzunun kollarına
kendimizi bıraktığımız zaman dilimleri olarak bize bizi anlatan yegane
hazinelerimizdir ya, İşte ben nasıl
sallanmaya özlem duyuyorsam arkadaşımın konuşmasının satır aralarında
da, onu sallayacak, belki de ara sıra sallanmaktan alıkoyacak, kısıtlayacak bir
iradenin hasretinde olduğunu fark ettim.
Ya
sen, sen insanoğlu, sen neyin hasretindesin bir yaz günü dalgaların ritimli
müziğini dinleyerek adımladığın sahilde… Sıyrılmak istediğin sorumlulukların mı
yoruyor seni? Sallaman gereken, sallarken koruman gerekenlerin zayıflığı mı, seni
endişelere salan? Bildiklerinin ağırlığı mı belini büken, yüzüne hüznü
yerleştiren? Neyin özlemindesin? Mükemmelliğin mi? Neden mükemmel olalım ki?
İnsanız biz, noksan kelimesiyle kardeşiz, unutkanız hem, onun için ahdimizi
yeniden tekrar etmiyor muyuz? Sözümüze sadık olsak da, her an o sözün
saflığında olamayız ki! O zaman insan olmazdık, melek olurduk, lakin insanız.
Zayıf omuzlarımızda dağların bile istemediği o “insan” kalma yükü var ve bunu
taşımamız gerektiğini erken yaşta öğrenen, belki de bu yüzden kendine hiç hata
hakkı tanımayan, yanlışla doğru arasındaki salınımla kah gülen kah somurtan ama
şanslı da olan varlıklarız.
Hep
özlüyoruz bir şeyleri…İleriye bakamadıkça ya da zaman sorumluluklarımızı
arttırıp elimizi kolumuzu bağladıkça, dönülmez akşamın ufku belirginleşip
vaktin çok geç olduğunu fısıldadıkça kulağımıza, bize hareket edecek tek alan
kalıyor; geçmiş. Geleceğin belirsizliğinin verdiği tedirginlikten uzak, sadece hatırlamak
istediklerimizle, dilediğimiz senaryoları baştan yazacağımız konfora sahip
olduğumuz oyun alanımız. Şimdinin esaretinden kaçıp sığınılacak mağaramız. Dilediğimiz
oyun arkadaşlarının yanımızda olacağı, sevdiğimiz mekanlarda geçeceğini
belirlediğimiz özlemler vadisi. ” Kaydedilmiş cennet” dedikleri yer,
çocukluğumuz. Herkes çocukluğunda gizli. Özlemleri ile maruz kaldıklarının salınımında
gönüllerimiz. O salıncakta sallanmak istiyoruz yine. Ama bu sefer sonuçlarını
bildiğimiz riskleri bertaraf ederek sallanmanın peşindeyiz. Hatta biri
sallamalı ve bizden çok düşünmeli bizi. Hiç gitmemeli yanımızdan, bizim
istediğimiz ritmi bulmalı, coşturmalı ama
düşürmemeli. Sevmeli ama bırakmamalı. Yanımızda olmalı ama hayatımızı
bizden almamalı. Dokunabilecek kadar yakın, incitmeyecek kadar uzak olmalı.
Bizi bizim istediğimiz kadar tanımalı. Biz çağırınca sahneye çıkmalı, yalnız
kalmak istiyorsak uzaklaşmalı. Ama elimizi şaklattığımızda yanımızda bitmeli. Kaldığı
yerden sallamaya devam etmeli.Gönül salıncağına bir bizi almalı. Hesap
sormadan, hak iddia etmeden eğlemeli gönlümüzü.Sonra yorulunca ya da sıkılınca
anlayıp başımızda yelpaze yapmaktan vazgeçmeli. Sessizce uzaklaşırken
yanımızdan bizi rüzgarın ritmine bırakmalı. Denizin üzerinden gelen tatlı bir
meltem gibi dolaşmalı bazen elleri bedenimizde ya da celallenen bir denizin
dalgaları gibi sarsılmalı yokluğumuzun ızdırabını çekerken.
“Kırmızı
pelerinli kent”,Rio’yu anlatan Aslı Erdoğan’ın, şehri betimlediği gibi aslında
bütün insanlar: “Hep çırılçıplak ama hep maskeli…Hep doygun ama hep aç”
Neyi
maskeliyoruz kaçarken kendimizden? Sakin bir deniz gibi dururken, herkes çarşafsı
maviliğimize hayranken, içimizin yükselen dalgaları ruhumuzun kıyılarına hangi
yosunlu taşları bırakıyor? Kaç gemi çatıp kaçını batırıyoruz rüya/hayal/hayat
devam ederken?
Ihlamur
ağaçlarının kokusu, hanımelinin zarafetiyle birleşip duyanları kendine çekerken
kucağında olmayı dilediğimiz kim?
Ne
yaparsak yapalım, ne kadar huysuzlanırsak huysuzlanalım bizi bağrına basacak
annemizin dizinde uyuyacağımız kısacık bir uyku değil mi bizi dinlendirecek,
hayatın yorgunluğunu silecek olan…
Birkaç
gün önce duyduğum bir cümle sarsmıştı yüreğimi: Bir babaanne, çok sık
göremediği torununa “Sen şimdi gidiyorsun ya buradan, ben evin bütün odalarında
günlerce duyuyorum kokunu” dediğinde, “ Nasıl bir şey bu ? “ demiştim. Klasik
cevabı vermişti babaanne: “Torunun olunca anlarsın” Yani “Ben ol da bil” Niye
bilinmez ki hiçbir şey ben olmadan, annelik, babalık, evlatlık, dostluk,
kardeşlik, yalnızlık, kalabalık, yorgunluk, olgunluk, hasret, hüzün, sevgi,
nefret, ayrılık, ateş ve aşk… Neden bilinmez ki,içine düşmeden, içinden
düşmeden…
Dünya
nasıl bir sahneyse, hepimiz kendi senaryolarımızın, kendi repliklerimizin
peşindeyiz. Aslında karşılıklı bir diyalog değil özlediğimiz… Beklediğimiz
cevapları vermeyince senaryomuza kıyıdan köşeden sızanlar hemen kapanıveriyoruz
içimize. Ege’nin vazgeçilmezleri akşam sefaları gibiyiz aslında; gündüz
gerçeğine kapanan, ışık sızdıkça üzerine sıkı sıkı büzülen rengarenk çiçeklerdir
ya akşam sefaları, karanlık çökerken açarlar kendilerini geceye.
Aslında
hepsi bir rüya…Var olanlar var edemiyor bizi.Çünkü hepimiz istediğimiz
cevapların peşindeyiz, duymak istediklerimizi özlüyoruz.
Özlediklerimizi
sevdiklerimize yakıştırıyoruz. Annemize sarıldığımızdaki koşulsuz kabullenmeyi
arıyoruz sevdiğimizden. Babamızın verdiği güveni istiyoruz karşımızdakinden. Bizi
sırtımızdan vurmasın istiyoruz kardeş bildiğimiz.
Bizi
çılgınlar gibi sevsin istiyoruz aşkımızı ilan edemediklerimiz. Söylenememiş
aşklar manzumesinin mısralarına her gün yenilerini eklerken bizler hep
karşımızdakinden bekliyoruz bir şeyleri…
Ama
işte hayat düz bir çizgi değil, senaryolar tek değil. Hepimizinki bir diğeriyle
kesişiyor bir yerlerde…Herkesin sesinin duyulmasını beklediği ama kesişim
kümesine girene karşı aynı özeni göstermediği bir düzlemde sonuca nasıl
ulaşacağız ki?
Hayatta
en şefkatli bulduğum annemin babası olan rahmetli dedemin anneme altı
yaşındayken uyguladığı bir terbiye metodunun annemin bütün hayatına sirayet
eden bir duygu bıraktığını fark ettiğimde aslında kimsenin tek bir yüzü
olmadığını anlamıştım.Kimliklerimize göre değişen, gelişen, bazen de gerileyen
yüzlerimiz vardı hepimizin. Benim gözümdeki yaşa dayanamayan pamuk gibi dedem
misafirlerin yanında bir şey isteyen küçücük çoçuğuna nasıl merhametsiz
davranmıştı buna inanmak zor. Ama annemin kimseden bir şey istemeden sürekli
herkese verme biçiminde bir yaşamı tercihinin ve bize de bunu benimsetmesinin
gerisinde yatan işte böylesi bir çocukluk anısıydı. Bir anının ceremesi birkaç
ömüre sirayet eder mi derseniz, toplum hafızasının böyle oluştuğunu, biz
atamızdan böyle gördük anlayışıyla hataların da, güzelliklerin de nesilden
nesile aktarıldığını görürsünüz. Kimbilir bana dede olduğunda merhamet
abidesine dönüşen dedem de, büyüklerince hangi zor sınavlardan geçti. Hani
derler ya, yaşarken oldu. Herkes gibi dedem de, yaşarken olgunlaştı, değişti,
farklılaştı.
Gelmek
istediğim nokta şu; bizim özlemlerimiz, arzularımız aslında sadece bizim değil,
çocukluğumuzda içimize yerleşen kalabalık bir kitlenin isteklerinin toplamı ancak
zihnimiz bunu sadece sonuç olarak sunuyor bize.
Yani
aslında dalgalar gibi yükselip alçalan bir karakter özelliğimiz varsa, kimi
zaman aşırı sinirli, kimi zaman sessizsek anne babalarımızın bizi büyütürken
yaşattığı dalgalanmaların sonucudur bu haller. Tabi onlar da önceki neslin
rüzgarını, boranını çekmişlerdir fark etmeden. Yani karakutularımız büyükanne
ve büyükbabalarımızdır.
İnsan
kendini değiştirebilir mi peki? Hayır. “İnsan yedisinde neyse yetmişinde de
odur” atasözünün aslında Hadis-i şerif olduğunu öğrendiğimden beri cevabım bu
kadar net. Ama napabiliriz, elimizden geldiğince içimizdeki deli ile doğru bir
dans çıkarmaya çalışabiliriz. Suçu kimseye atmadan yaşamaya gayret edebiliriz. Yoksa Hz. Adem’e kadar
gider suçlayıcılık ya da nefsimizin hatalarını hoşgörmeye kadar iner. Oysa aklı
ve irade ile beraber atalarımızdan miras kalan özelliklerimizi kontrol etme
şansı verilmiş ve nedensellik bağı kesilerek herkes, hesabını kendi vereceği
bir hayatın ortasına tertemiz bırakılmış. Belirsiz bir süre verilmiş,
kapasitesine göre gelen soruları cevaplaması istenmiş. Kimsenin kimseden kopya
çekemeyeceği bir sınavı var bu
dünyada…
Ve
hepimiz kendi sınav kağıdımızla baş başayken tek bir şey istiyoruz çevremizden:
Anlaşılmak, yargılanmadan sevilmek. Farklı yüzlerimize, yanlış cevaplarımıza
rağmen kabul görmek… Yaramazlık yapsak da, şefkatli bir kucağa sığınabilmek. Cezanın korkutuculuğu ile
beraber Rahmet’in büyüklüğünün umudunu
taşımak. Fıtratın kabulü, inançla harmanlanıp bizi bıraktığı nokta burası.
MÖ. yaşayan
Sokrates, “ Hepimizin, iyi adamların bile içinde, uykumuzda dışarıyı gözleyen,
kanun tanımaz, vahşi bir hayvanın ruhu gizlidir” derken de bunu söylüyordu
aslında.
Öyleyse,
içimizdeki salınımlar, gel-gitler öyle insani, öylesine doğal ki, neden diye
yıpratmamak lazım ruhumuzu.
Bizler
eksik varlıklarız, eksik kalacağız bu dünya üzerinde. Bu nedenle hep bir
şeylere tutunacağız, birilerini seveceğiz. O eksiğimizi tamamlayana kadar
deneye yanıla geleceğiz kıvama. Belki de torunlarımız olduğunda, hayatla
mücadelemizi bırakıp akışa teslim olacak, daha esnek, daha olumlu olup
mükemmellikten uzaklığımızı kabul edeceğiz.
Öyleyse
rahat bırakalım bugünden gönül salıncağımızı. Gitsin gelsin, hızlansın bazen,
kalbimizin ritmini zorlasın. Kimi zaman dursun, ayaklarımız yere bassın. Bazen
kucağına birini alsın, sallansın. Bazen zincirlerine sıkı sıkı tutunarak
kalkalım ayağa beraber sallanalım salıncakta. Bazen de yarıştıralım
salıncaklarımıza kıyasıya. Sallanalım kimi zaman usulca… Dalgalansa da
denizimiz, nasılsa bir gün durulacak sular, duracak salıncakta...
İşte
o gün gelmeden bırakın kendinizi sevdiklerinizin gönül salıncağına.
HANDAN KILIÇ