Dün hastane sırasında beklerken güzel bir öykü okudum. Sevinç Çokum’un Al çiçeğin Moru adlı son öykü kitabından
Buluşma isimli bir öyküydü. Aynı cami avlusundan aynı anda kaldırılan ve
birbirini tanımayan biri kadın biri erkek mevtaların geçtikleri yeni alemde
tanışıp konuşmaları, cenazeye katılanlar üzerinden hayatlarının muhasebelerini
yapmaları ve pişmanlık paydasında buluşmalarını anlatan öykü oldukça
etkileyiciydi. Hikaye dilinin zenginliği, yazarın Türkçe’sinin güzelliğini bir
kez daha ortaya koyuyor, bir ustanın kelimeleri arasında
dolaştığınızı hatırlatıp keyifli bir okuma süreci sunuyordu.
"Hiç yanlış yapmadığını sanarak geride bırakılan doğrular
kümbeti bir yaşanmışlık çıkını. Deşse neler çıkacaktı içinden, tıkanmış bir
boru gibi... Çünkü doğruları öğretmişlerdi ve o, onların dediklerini tek tek
kabullenmişti"-Buluşma aldı öyküden alıntıladığım bu cümledeki
tespitler çok sarstı önce kalbimi sonra zihnimi.
“Tıkanmış boru gibi…” Neler biriktiriyoruz içimizde öyle değil mi? Sonra
dilimizden dökülen, içim çok sıkılıyor oluyor. Söylediklerimizden,
söylemediklerimizden, söyleyemediklerimizden… Ve bir noktaya geliyor ki insan
artık hissizleşiyor. İyi şeyleri de fark edemiyor. Tıkanıklık açılmadan da bir
rahatlık olmuyor.
Aslında kimse kimseyi anlamıyor, bunun için çaba göstermiyor, gösterse
karşısındaki bunu fark etmiyor. Kimse kimseyi dinlemiyor, dinlese de
hissedemiyor. Kimse kimseye yardım etmiyor, etse mutlaka karşılık bekliyor.
Herkes kendi yörüngesinde ilerleyen bir gezegen gibi, yalnız, başkaca bir
dünyaya ait.
Seviyor, sevdiği kadar sevilmediğini görüyor. Bir başka kişi onun sevgisi
ile inlerken o yanlış kapının önünde bekliyor. Kapı açılmıyor, açılmayacak
biliyor, bu daha da çok yaralıyor.
Seveni, onun kendisini sevdiği gibi sevemiyor, bu seveni yıkıyor.
Herkes koca koca enkazlar olarak dolaşıyor. Ve bu enkazlardan bir şehir
çıkmıyor. Yıkıntılarda yaşayanlar, gönlü mamur edememiş kişiyi daha da
yaralıyor. Üzerindeki molozlardan silkinip yeniden inşa edemiyor kendini ve
öylece yaşayıp gidiyor. Sonra bir gün dönülmez akşamın ufkuna geldiğinde onca
pişmanlık kamburu sırtında bu dünyadan göçüyor.
Bir yanımız hep eksik kalıyor, tamamlanmamışlık hissi sarmalıyor. Tıkanan
boru, artıkları tuttukça içinde hayat suyu akmıyor.
Giderek daha fazla canımız acıyor, kimsesizlikten.
En çok da kendimizden uzağa düştüğümüzden.
Aslında kimse kalbi alakaya değmiyor, batıp gidenleri, bir görüp bir
kaybolanları hiçbir gönül sevmiyor.
Kimse kimseyi önemsemiyor, istisnaen önemseyen de aynı oranda
önemsenmediğini gördükçe içine kapanıyor, bir tıkaç daha birikiyor
boruda.
“Kimsece önemsenmeyişimi sana şikayet ediyorum !” diyor sonra içine düştüğü
hali anladıkça. Yakarış… Var mı başka çıkar yol tıkanıklıkları açmaya,
içindekileri aşmaya…
HANDAN KILIÇ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder