Hepimizin
bir eksiği var ve tüm hayatımız boyunca içimizdeki o eksikliği tamamlayacak
şeylerin peşinde koşuyoruz.Kimi zaman bir kariyer peşinde harcıyoruz ömrümüzü,
kimi zaman bir aşk…Kimi zaman hırslarımızın kıskançlıklarımızın esiri oluyor,
içimizdeki o eksikliği kapatabilmek için başkalarını kirip geçiriyoruz.
Gardımızın düştüğü anlarda da bizi kırıp geçiriyor birileri ve bir ömür ne
aradığımızı bilmeden ama mütemadiyen arayarak geçip gidiyor. En güzelin en
başarılının, en popülerin derinlerinde öyle acılar gizleniyor ki, karşımızda
bir heykel gibi dimdik duran bir çok “en”in aslında bir “tutunamayan” olduğunu
görüp hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bunu bilmemize rağmen insan umutları,
hayalleri ile var olduğundan yeni “en iyi”ler yaratıp zihnimizde onun peşinden
gidiyoruz. Böylece sürekli tekrarlayan bir kaderle kederlenip kısır döngünün
içinden çıkamıyoruz.
Hepimiz
aslında içimizdeki o boşluktan yayılan bağlanma duygusunun kurbanlarıyız. Bağlandığımız nesneler,
kişiler gelip geçse de o duygu yaşadığımız sürece bizi bırakmıyor.
Yaşımız
ilerledikçe içimizdeki o boşluk büyüse de, yaşamın getirisi rollerimizi oynamaya
devam ediyoruz, iyi bir baba, ilgili bir anne, kaliteli bir eş, aranan bir
arkadaş, sevilen bir ahbap, iyi bir evlat, mesleğinin hakkını verme gayretinde
bireyler olarak hayatlarımızı sürdürürken hep bir şeyleri özlüyoruz. Hep bir
şeyleri bekliyoruz; bizi hayata bağlayacak içimizdeki o boşluğu tam olarak
dolduracak bir hayalin varlığına olan inancımızı kaybetmiyor, önümüze çıkan
fırsatları değerlendiriyoruz. Bazen koşulsuz kabullenilmek, her halimizle, kimsenin
bilmediği hatta bazen kendimize bile itiraf edemediğimiz taraflarımızla bizi
kabul edecek bir gönüle girivermek istiyoruz. Bunun adını bazen aşk bazen tutku bazen bağlılık kimi zaman da
bağımlılık koyuyoruz. “Aşk”ın peşinde bir ömür harcıyoruz.İçimizin yapbozunda
eksik parçanın aşkımız olduğu zannıyla kendimizi onun sularına güvenle
bırakıyoruz. Boğmaz beni nasılsa diyoruz. Boğulsam da aşk için diye kendimizi
kandırıyoruz, çünkü o boşlukla yaşamak zor. Sonra tam birlikte nefes aldığımiz zanniyla yasarken bir anda karşımızdakinin içimizin yapbozunun doğru parçası
olmadığını fark ettirecek bir hareketiyle karşılaşıp tam yaralarımız aşkın
pansumanı ile iyileşiyor derken tekrar kanamanın başlamasıyla sarsılıyor, kendi
yaramızı kendimiz sarmaya çalışıyoruz.
Kimi zaman kitaplardan, filmlerden,
şarkılardan destek almaya çalışıyor kimi zaman da dostlarımızın kapısının önüne
düşüyoruz. Ama kimse derman olamıyor her geçen gün büyüyen yaralarımıza. Derinlerimizde
gizlenmiş bu boşluğu dolduracak bir başka nesne ya da kişi çıkana kadar
karşımıza bir hüzün atmosferinde yaşarken yeni birinin heyecanında acılarımızı
ve önceki tecrübelerimizi unutuyoruz. Yine aynı serüvenin içine atılıyor, kabuk
tutmuş yaralarımızın tekrar açılacağı güne kadar tatlı bir sarhoşlukla
kendimizi boşluğa bırakıyoruz. Ve sonra tekrar yere çakılıyoruz.
Bu
yere çakılmalar kiminde bir aşk, kiminde bir iş, kiminde para, şöhret, kiminde
yönetme hırsı üzerinden çıkıyor karşımıza. Ama tutunamayan bunca insan hep o
boşluğun peşinde koşarak tutunuyor yaşama.
Ve
hayat öyle zorlu, öyle dalgalı, öyle aldatıcı ve yorucu bir maraton ki, bir
şeylere tutunmadan devam edebilmek mümkün değil. Bu akşam edebiyat uyarlaması bir
film izledim ve filmin sonunda bu hislerle dolarak insanı hayatta tutan
bağlanma duygusu üzerine yazmak istedim.
Tutunacak dal arıyoruz hepimiz.
Dizinde kaygısızca uyuyacağımız bir yoldaş, üzüldüğümüzde yaslanacak bir omuz,
ağladığımızda bizi göğsüne yatıracak bir yürek. Buluyoruz da çoğunlukla
yaralarımıza eş yaralar taşıyan birileri giriyor hayatımıza ama aşkın o ilk
sarhoşluğundan ayıldığımızda bize kalan sadece “birlikte ama yalnız iki yabancı” oluyor. Çünkü boşluğu dolduracak parça kimsede yok. Yan yana iki boşluk
büyütüyoruz sadece ve bir süre sonra hayatın rutini içine sıkışıp düşünmekten
vazgeçiyoruz boşluklarımızı. Ya da bir başka aldanışın peşine düşüyor, aynı
filmi yeniden yaşıyoruz. Tabi “unutma
bahçesi”ne gömdüğümüz boşluk büyüdükçe çıkarıyor başını topraktan ve nanik yapıyor
bize, dalga geçercesine.
Ve insan zamanla, “Yok bu
şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm,
Bir perî sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana.”
diyen
şaire hak veriyor çaresizce dolmayı bekleyen gönül boşluğu bütün zerrelerini
sardığı nispette.
Anlıyoruz ki, boşluğa tam tam oturacak o parça eksik gelmişiz
bu aleme. Ve belki de bunca deneme yanılma hakkı eksikliğimizi fark etmemiz için
veriliyor koca bir ömür müddetince.
Fark
edebilmek, işte bütün mesele…
HANDAN KILIÇ
HANDAN KILIÇ
Bu dünya sahip olma değil şahit olma yeri derler ya, bu yüzden hep eksik, hep tadimlik...
YanıtlaSil