Bu yazi Hukab 2014-2 sayisinda yayinlanmistir
Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesinin bizi nereye taşıyacağı belli
değil diyerek kader akışının gücünü ve her şeyin geçip gideceğini vurgulayan
bir dostum vardı bir zamanlar. Yıllar rüzgar gibi geçse de kalbime konukluğu
geçmeyen dostlarımdandı. Evet, her şey geçer diyordu sık sık. Geçmez mi hiç,
sevinç de keder de akıp gidiyor ömrümüzle beraber gönlümüzden.
Bizim mesleğin en zor yanlarından biri ne derseniz sanırım bir çok arkadaşımız
sık sık yer değiştirmek diyebilir. Ama hayat öyle bir denge üzerine kurulmuştur
ki, sırf bu husustaki nimet- külfet dengesi bile bunun en güzel göstergesidir.
Akan su kir tutmaz diyen atalarımızın mantığı üzerinden kurulan bu yer
değiştirme külfeti hiç istemeye istemeye gittiğiniz yerlerde size öyle
sürprizler hazırlar ki, dostluğun çeşmesinden kana kana içer, bahşedilen nimete
şükrederek bulunduğunuz yerin kötü taraflarını zihninizde bir bir silersiniz. Bazen
de deniz kenarında konumlanmış güzel bir şehre düşer yolunuz ve koşa koşa
geldiğiniz bu şehirde insandan yana çekmediğiniz kalmaz ve orayı sizin için
cazip kılan bütün unsurlar silinir gönlünüzden. Çünkü aslolan her zaman
huzurdur ve bu kendiyle barışık insanların etraflarına yaydığı olumlu elektirik
sayesinde elde edilir. Çalıştığımız mekanlar sorunları olan insanların çözüm
bekledikleri, dolayısıyla gergin havanın her daim solunduğu yerler olduğundan
iş ve iç barışını sağlamış meslektaşlarla çalışmak bizler için vazgeçilmez bir
taleptir. İnsan her zaman arzu ettiği böylesi insanlarla karşılaşamasa da kısa
süre sonra oradan gideceğini bilmesiyle bahtına düşecek yeni yerde onu halim
selim, kaliteli insanların bekleyebileceği duygusunu taze tutmasını sağlayarak sayılı
gün çabuk geçer diyebilir.
Tabi bir de kafanızın uyduğu, gönül frekansınızın tuttuğu insanlardan
ayrılmanın ızdırabı vardır ki, kelimelere sığmaz. Allah’tan zaman değişti,
sanal alem, gerçek hayatımızdan daha fazla bizi sarıp sarmaladı da ayrı yerlere
düştüğümüz dostlarımızla bir wifi mesafesi kaldı aramızda. Her ne kadar iyi bir
sosyal ağ ve internet kullanıcısı olsam ve dostlarımdan heran haberdar
olabilsem de aynı masanın etrafında, bir kahvenin kokusunu bölüşerek,
muhatabımın gözlerindeki sevinci ya da
hüznü içimde hissederek geçireceğim zamanlara değişmem sayfalarca sanaldan
yapılmış bir dertleşmeyi. Bu nedenle son görev yerimden ayrılırken bu acıyı
yaşayarak gelmiştim buraya.
Kararname süreci netleştikten sonra bir gün çok değerli bir meslektaşım buradan
gideceksin unutacaksın geçen güzel günleri demişti. Hayatımızdaki ortaklıklar
azaldıkça kopacak bağımız. Sonra başkaları girecek hayatımıza, başka yerler,
başka insanlar… Her gittiği yere gönlündeki dostlarını da taşıyan biri olarak
önce üzülmüştüm söylediğine. Ama bunun hayatın bir gerçeği olduğunun da farkındaydım.
Lakin bu gerçeği hatırlattığı anda içim öyle acımış, bir anda unutuluşun soğuk
duvarlarına çarpan zihnim yıllar öncesine gitmişti: Biz bütün torunlar olarak dedeme
çok düşkündük. O da hepimize özel hissettirirdi kendimizi. Zaten bu
sebeple sevmez miyiz gönlümüzdekileri. Dedem, o en sevdiğim, sırtını verdiğinde
kendini güvende hissedeceğin, heybetli bir dağ misali o güçlü adam, ömrünün
sonralarına yaklaştığı malum olmuş gibi bir akşam hepimiz toplanmışken
dizinin dibine “hayat hızla geçiyor, ölüp gideceğiz, unutulacağız, belki de
unutulduğumuz bile unutulacak” demişti. Sarılmıştık ellerine gözlerimiz dolu
dolu olmuştu, biz seni unutur muyuz demiştik dedemize. “Unutursunuz “demişti,
“En çok seveniniz bile bir hafta ağlar, kırk gün üzülür, sonra zaman geçtikçe
adımızı bile anmaz olur, hayat gailesi fırsat bırakmaz buna, bari arada
arkamızdan bir Fatiha okuyanınız çıksa !” diye ilave etmişti. O an söz vermiştik hepimiz,
onu unutmayacak öldükten sonra da her gün dualar okuyacaktık ruhuna ve
unutmadığımızı ispatlayacaktık ona. Bu konuşmadan kısa bir zaman sonra dedemi ani
bir trafik kazasında kaybettik. O zaman lise birinci sınıfta okuyordum, dedemi kaybetmeden
az bir zaman önce bir arkadaşımın yakını ölmüştü ve benim hiçbir yakınım ölmedi
diyerek içimden geçirmiştim. Bir de o yıllarda okulumuzda öğrencilerin misafiri
geldiğinde danışmaya gelmeleri için isimleri anons edilirdi, ben de bir gün
beni de çağırsalar diye özenirken işte bir sabah henüz ilk dersin tenefüsüne
çıktığımızda adımın anons edildiğini duyunca heyecanla inmiştim merdivenleri
üçer beşer. Ardından kardeşimin ve kuzenimin de adları okununca bir korku
sarmıştı içimi. En büyük ben olduğum için ilk bana söylemişti görevli “hemen
anneannenlere gidin deden kaza geçirmiş” demişti. Bir yandan ağlayıp bir yandan
koşarak durağa gitmiş dolmuşun gelmesini beklerken önünde durduğumuz caminin
minaresinden okunan sala da dedemin adını duyup yıkılmıştık olduğumuz yere.
Sonra birileri bizi alıp eve götürmüştü ama gerisini çok hatırlamıyorum.
Hatırladığım sadece ölüsünün yüzüne bakmamıştım, onu her zaman gülen yeşil
gözleriyle hatırlamak için. O günden sonra adımın bir yerde anons edilmesinden
de aklımdan olumsuz şeyler geçirip beni bulmasından da korktum. Zihnime
yerleşen olumsuz cümle kalıplarını silmek için hala uğraş vermekteyim. O
nedenle arkadaşımın da unutursun dediği noktada derin bir hüzne yuvarlandı
yüreğim, çünkü artık onbeş yaşında değildim, kendimize verdiğimiz her sözü
tutamayacağımızı, ayrıldığımız sevdiklerimizi hergün anamayacağımızı bilecek
kadar büyümüştüm.
Evet her şey unutulur, geçer, gider… Belki de böyle olmasa yaşayacak
dermanı bulamaz insan kendinde. Güzelliklerin unutuşun derin uçurumundan yuvarlanıp
gitmesi acı verse de bize geçen kötü zamanları da unutuyor olmak insana en
büyük hediye. Dostlarla geçirdiğimiz zamanları unutamayacağımızın en güzel
tespiti de Neşet Ertaş’tan gelsin yine:” Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
“ Bu dünyadan ayrılmış sevdiklerimizle bile gönül bağımız sürerken yaşayan
dostlarımızın “Gönül Dağı’nda yer almak bizim elimizde.
Yolum bir şekilde o şehre düşmese, orada çektiğim zorluklara eşlik
eden yalnızlığım çepeçevre sarmasa
ruhumu kendi içimde debelenip duracaktım belki de. Ama işte her şerde bir hayır
var ki, en kalbi dostluklar kalbin en çok kırıldığı yerde başlıyor, dost acı
günde belli oluyor. Gönüle güneş doğuyor. Bir ses en umutsuz anınızda tutuyor
ruhunuzun ellerinden ve “Ben senle güneşi bulmaya geldim, ürkme kavganı
sormaya geldim, gücenme güneşten sunmaya geldim,” diyen şair gibi
çocukların ellerindeki güzel günlere doğru yürürken bir dost bulmanın sevincini
bırakıyor içinize.
Nuri Pakdil 1979 da değerli bir dostuna ithafen yazdığı Bağlanma adlı eserinde
“İnsanlar cümlelerle yaklaşırlar birbirlerine: sonra uzatırlar ellerini:
tutunmak için. Çok güçtür insanın tutunabilmesi insana! “diyor. Günümüzde bu
zorluk kat kat artmış durumdayken herkes menfaatin peşinde, kimse kimseye vakit
ayıramayacak kadar meşgulken insanın kalbi dostluklar kurabilmesi altın madeni
bulması ile eşdeğer hale gelmiş durumda. Ama bir gerçek var ki, insanları
yaklaştıran cümlelerin yapıtaşları kelimeler sahibinin neresinden çıkarsa
muhatabının orasına değermiş ya demek ki kalp de dimağ da yanılmıyor sözün
samimiyetini test ederken. Ve böylece insan dostunu düşmanını seziyor,
yüreğinin götürdüğü yere giderek doğru insanları se(ç)(v)iyor.
Ingmar Bergman bir sözünde “Gerçek olduğumu
hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum." diyor ya, ben de
bana gerçeğimi hatırlatacak, bana ben olduğumu hissettirecek, kendim olmanın
güzelliğini yaşamaya fırsat verecek, yargılamayacak, yadırgamayacak, zihin
kalıplarına sıkıştırıp kategorize etmeyecek insanlar arayıp durdum ömrümce. Ve
böyle insanları tanımak, onları yüreğime almak, onların da gönül kapısından
geçebilmek nasip oldu uğradığım şehirlerde. Tek tüktü sayıları ama işte
hayatımda “var”lardı ve bana maddi manevi değer katıyor, dostlukları ile gönlüme
umut oluyorlardı.
Aslında her insan bir ayna karşısındaki muhataba. Aynada kendini gördüğün an,
işte o an, yarana eş yarasını görünce karşındakinin, gönlünü açıyorsun
umarsızca. Bırakıyorsun kendini muhatabının gönül denizinin ılık kıyılarına.
Boğmaz diyorsun beni böylesi bir sevgi, boğulursam da onun sularında olmuş ne
gam. Sırtını dönebiliyorsun mesela, bir gün bana kızsa da, kırsam da onu beni
bıçaklamaz ya sırtımdan diyorsun. Yalnız değilim diyorsun, o var, bırakmaz
beni.
Hayatın yarın bizi nereye taşıyacağı, kimlerle karşılaştıracağı belli değil
lakin “Karşılaşmak” yolculukların belki de en sırlı kavramı. Sadece nesnelerle-
kitaplarla değil insanlarla da ilişkilerimizin bu büyülü kavram üzerinden
aktığını düşünürüm. Hiçbir şeyin rastlantı ile açıklanamayacağı bir
dünyada sürekli birileriyle kesişir yollarımız. Hayatlarımıza konuk olanlar
bazen bizden bir şeyler götürürler kendi yolculuklarına dönerken, bazen de
güneş gibi doğarlar içimizin karanlıkta kalmış labirentlerine. Akibeti ne
olursa olsun yaşanması gerekmektedir ve olanda da olacak olan da da hayır
vardır dediği gibi bilgelerin yolculuklarımız, yoldaşlarımız, konuklarımız, konukluklarımız, ilişkilerimiz, kitaplarımız, filmlerimiz mutlaka bizi zenginleştirir.
Sonuca ulaşmak çoğu zaman irademizi aşan birçok etkene bağlı iken önemli olan
yolda olmaksa, bir yolcuysak bu dünyada, “karşılaşma” nın sırrıyla yolumuza
çıkan mektupları okumalıyız her fırsatta.
“İnsan insanın yurdudur” diyor ya Mustafa Kutlu, geçtiğim duraklarda yurdum olan
dostlarım olduğu için bana ne mutlu… Tebdil-i mekanda ferahlık vardır dediği
gibi eskilerin bizim meslekte gidiş gelişler zorunlu nedenlere dayansa da,
insan bazen çok bunaldığında da yüreğine eş yürekler bulmak adına keyfekeder
ayrılışlar yaparak da düşmeli yollara. Yeni insanlar tanımalı, yenilenmek, umut
ışığını hayatının merkezine tekrar oturtmak, yılların yorgunluğuna yenilmiş,
gizini kaybetmiş dostlukların-ilişkilerin yükünü üzerinden atabilmek adına
çıkmalı yola, yolculuklara. Sonra tazelenmiş bir yürekle döndüğünde yurduna,
yani dostlarına kalbine güneşi asmaya geldim diyebilmeli, konuşmadan da
anlaşabilmeli…
Mehmet Akif’in “… Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri… dili yok
kalbim bundan ne kadar bizarım “ dediği gibi belleğimdeki kelimeler
anlatmaya yetmiyor kalbe değen dostluğu… İşte bu noktada bir başka şaire kulak
kesilip söze son vermeli...
”Söylediklerimden çok sustuklarımda saklıyım…
Ve gizlediklerimde gizliyim…
Beni anlamak için;
Konuştuklarımdan çok,
… Sustuklarıma kulak verin..
... Aklım sukütu sever benim.
Çünkü çok ağır ödeştik biz hayatla...
Ben sonu olmayan çok yollardan geçtim...
Üç Noktalar Koymaz Bana…” (Nazım Hikmet)
Ve gizlediklerimde gizliyim…
Beni anlamak için;
Konuştuklarımdan çok,
… Sustuklarıma kulak verin..
... Aklım sukütu sever benim.
Çünkü çok ağır ödeştik biz hayatla...
Ben sonu olmayan çok yollardan geçtim...
Üç Noktalar Koymaz Bana…” (Nazım Hikmet)
Baki dostlukla…
HANDAN KILIÇ
İnsana okumayı sevdirmek için yazılarınız yeter. Yüreğinize sağlık.
YanıtlaSilne güzel bir yorum sağolun davut doğrucu:)
YanıtlaSil