15 Kasım 2013 Cuma

S U S ( M A )

Not: Şarkının eşliğinde okunması tavsiye edilir:))

Gün pılını pırtısını toplamış çekilirken zamandan yerini akşamın kızıllığına bırakmaktaydı. “Bir harmanım bu akşam” diye mırıldanmaya başladı. Ev çok kalabalıktı. Teyzeler, kuzenler, dayısı, yengesi, yeni gelinler, damatlar, ailenin büyükleri, herkes bir aradaydı. Yüzünde bir gülümseme, sus(ma) arzusunu dizginleyip hal- hatır fasıllarında epey bir kelime sarf etmişti.

Konuşulan konular, dönüp dolaşan muhabbetin kısırlığı bir süre sonra onu ortamın sıcağından alıp buz kesen yalnızlığına fırlattı. Sessizce yerinden kalktı, masanın kenarına oturdu. Çantasını açtı, çantası her zamanki gibi çok doluydu, gülümsedi, sanki her an ıssız bir adaya düşecekmişcesine tedbirliydi. Sonunda aradıklarına ulaştı. Bir elinde kalem bir elinde defter gözleri duvar kağıdının yorgun çehresinde kendini içinde çalan şarkının ritmine bıraktı: “Sorum yok soranım yok/Yolum yok yordamım yok/ Bir çıkmaz sevdadayım/ Çekip vuranım yok “

Boş bir sayfa açtı, birkaç kelime yazdı, ama sonra beğenmeyip karaladı. Hala şarkıyı mırıldanıyordu: “Çektiğim acıların demindeyim bu akşam/Pişman desem değilim/Bir harmanım bu akşam”
Sayfayı iyice karaladığını farkettiğinde yazamayacağını anlayıp defterini karıştırmaya başladı. Ne zaman not ettiğini hatırlamadığı bir sayfada durdu:

“Her ben, dolaylı şekilde bir seni anlatış, bir senden yakınıştır; çünkü benim yerim sen’le onun arasındadır. Ve o değildir bana yakın olan sensin. Ben, ben olsam, dilbilgisi kitaplarındaki tekil şahıs zamirlerini şu sıraya göre düzenlerdim: Sen, ben, o! Başta sen gelir; çünkü ben diye bir şey yok, sen olmadıkça. Her ben, benliğini senle anlar. Anlar da ne olur? Bu benlikten olmamak için direnmeye, dayatmaya kalkar ve sonunda yenik düşer, zira ona yine sendir değer veren. Tek başına ben istediğince değerli saysın kendini, hava!
Bir başına ben yok, ama sen de yok. Ama ikisi karşı karşıya geldiler mi de tehlike. Ama benle onun durumu öyle değil, onların durumu biraz daha zararsız; çünkü o, her zaman uzak olandır. Ve arada mesafe oldukça insan bir hayli tedbir alabilir.” ( Behçet Necatigil)

Mesafe, yani ara, uzaklık… Zıttı, yakınlık… “Mesafe” kavramının da anlam kayması yaşadığı bir zamandayız diye düşündü. Bazen gözlerinizin içine bakarken sesinizi duymazken yanı başınızdaki, kalbinizin en ince tellerine dokunabiliyor gözlerinizi bir kez bile görmemiş biri diye geçirdi içinden.

Mesela şu anda bir oda dolusu insanla beraberdi ama zaman, mekan, yıllar ve yollar ayrı düşürmüş olmalıydı ki, bu dünya üzerinde kendini yapayalnız hissetti. Tek tek baktı sevdiklerinin yüzüne hepsinde bir gülümseme miktarı dinlendi. İçinde çalan şarkıyı biri duysun, elini tutsun, eşlik etsin istedi ama heybesini dolduran hayal kırıklığından başkası değildi.

Kalkıp pencerenin kıyısına geldi, güneşin batışını izlemeye koyuldu: “Günüm yok güneşim yok/Uykum yok düşlerim yok/ Kın olmuş susuyorum/ Bir tek sırdaşım yok” diye mırıldanırken yanına bir zamanlar her anını beraber geçirdiği kuzeni geldi, hayırdır der gibi kısa bir bakış fırlatsa da, zamanım yok, aman düşünme bu kadar demeyi de ihmal etmedi gözleri. Ama sıcak ve mis kokan bir kahve fincanı tutuşturup eline onu bıraktı kendinle.

Mesafe diyordu içinden zaman da mesafe koyuyor ilişkilere. Susarak da mesafe büyür bazen, konuşarak da. Şarkı devam etmekteydi: “Her gecenin sabahı/Her kışın bir baharı/ Her şeyin bir zamanı/ Benim dermanım yok- Fikret Kızılok”

Birden sevdiği o şiir geldi zihnine:

“Gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
 Göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır
 ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
 öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,
 
 gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde
 Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?" (Haydar Ergülen)

Kimsenin kimseye değmiyor gözleri işte, dedi. Kimse kimseyi dinlemiyor yeterince, ne istiyor sormuyor, saygı dolu bir sürü sözcük dökülüyor dilinden, konuştukça mesafe büyüyor bazen. Sonra susuyor insan, mesafenin azalmadığını gördüğünden. Susuyor ve dolaşmaya başlıyor içinin balta girmemiş ormanlarında, ben, sen, o üçgeninde kayboluyor sonra.

Üşüyor vakit ilerlediğinde, ısınmak istiyor bir ateş yakmak, başında oturmak, odunların kül oluşunu seyretmek, sevmek, sevilmek, diye yazıyor defterine. Bir ön sayfayı çevirdiğinde şu satırları okuyor yine:

“Sevginin en çok çağrıştırdığı: istek ve özlem. Bir insana, bir canlıya, bir nesneye, bir olaya yönelmek; bu yönelişi, öz varlık bakımından değerli ve önemli diye algılayıp yaşamak, bu varlıksal ilişkiyi yitirmemek kaygısıyla hiçbir özveriden geri durmamak var bu istek ve özlemde. Sevgi bu, netsen toparlayamazsın. Gel, sen, başı sonu görünmeyen sevgi çayırlarına sal duygu düşünce atlarını, deli dingin yayılsınlar her yana… ( Nermi Ugur)

Gülümsüyor, bir arkadaşının, “Ne zaman içinin atlarının dizginlerini bıraksan elinden, bir iş gelir başına!” dediği geliyor aklına. Hatta arkadaşı okuduğu bir makaleden bahsetmişti bir defasında, şöyle diyordu yazar “İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en uygun uzaklığı bulurlar. Çağdaş toplumlarda incinmek ve diğerlerini incitmek eskiden olduğundan daha kolay. İnsanlar birbirleriyle eskiye oranla daha çeşitli biçimlerde ilişki kuruyorlar. Bunun sonucu kendimizi koruyacak savunma sistemleri geliştiriyoruz, incinmemek için diğer insanlara tereddütle yaklaşıyoruz. Diğer insanlara zarar vermemek için onlarla ilgilenmemek, her insanın kendi başının çaresine bakmasını gerektiriyor. (Engin Geçtan, insan olmak)

Kirpi! O yazıda en çok bu örnek ilgisini çekmişti, bir sürü dikenden mütevellit iki varlığın üşümemek için birbirine sokulması kaçınılmaz olarak dikenlerin batması sonucunu doğuruyordu. Uzaklaşsalar araya giren mesafe donmalarına sebep olurken, yaklaştıklarında canları acıyordu. Bir yakınlaşıp bir uzaklaşarak o mesafeyi bulmaya çalışıyorlardı, tıpkı birbirine derman olmaya çalışan iki yaralı insan gibi, diye düşündü. “İki karanlık orman birbirini sevse ne olur sevmese…C.Ersöz”

Yaralı insanlar tanırlar birbirlerini uzaktan ve anlarlar yaraların derinliğini kelimeleri kullanmadan. İyi edeyim onu derken bazen daha da kanatırlar yaralarını, daha fazla yakarlar canlarını. Ama uzaklaşınca da taşıdıkları gülücük maskesinden sıkılıp en yalın acılarıyla düşerler yine birbirlerinin kalp kapılarının önüne.

Bu gel-gitlerin ritmi değişir her seferinde, ne kadar geri çekilirlerse o kadar şiddetle sarılırlar birbirlerine. Aslında her ayrılık daha arzulu bir kavuşmayı emzirir acılarından, diye yazdı sayfanın sonuna.

Devam etmek istemedi sonra ve defterini kapadı. Çekirdek çitleyerek vatan kurtarılan sohbetlere döndü yeniden. Ama bir türlü nereden lafa gireceğini kestiremedi, vatan kurtarmak ona mı kalmıştı, kendisini kurtaramamışken! Sonra en küçük kuzeni geldi yanına ve seninle konuşmam lazım diyerek elinden tutup çekti birden. Birlikte terasa çıktılar kimseye sezdirmeden.

Henüz üniversite öğrencisi olan kuzeni söze nerden başlayacağını bilemeyince anladı durumu, evet anlat dinliyorum, kime aşıksın bakalım diyerek açtı söz yumağının ucunu. Kime olduğunu boş ver abla dedi, önemli olan aşkın kendisi değil mi, o üçüncü bir varlık değil mi “sen” ve “ben” arasında dedi gözlerinden saçılan ışıkla. Ve sonra uzun uzun anlattı onu, her güzel kelimenin ardına eklediği isimden bahsettikçe aşkının arttığını hissetti, sevdiğini andıkça muhabbet gelişir dedikleri bu olsa gerekti.

Canı çok yanacak dedi, içinden. Ama umudunu da kırmak istemedi, zaten ne söylese duyacak durumda değildi. Danışmak istediği bir şey de yoktu aslında, sadece taşan duygularını alacak bir kap arıyordu kuzeni, aşkın bu en tatlı safhasında. Biliyorum dedi kız, o da beni seviyor ama açılamıyor işte, aşk cesaretse eğer ben açılacağım ona dedi biranda heyecanla.

Durdu ve yapma dedi, bazı kelimelerin geri dönüşü yoktur; belki de bunların en acıtıcısı, “Sana aşığım!”dır. Bu söz öyle ağırdır ki, karşındaki yürek bunu taşıyamayacaksa oracıkta yere düşer, paramparça olur ellerinle sunduğun kalbin. Bu söz karşısında suskun geçen her saniye seni metrelerce derinlikteki pişmanlık kuyusuna atar da, bir daha aşığım dediğin kalp bile uzatsa elini sana çıkaramaz karanlığından asla. Bir gün görsen bile güneşi, aynı parlaklıkta değildir gönül haritanda.

Onun için sus dedi genç kıza, sus(ma) diyen kalbine inatla. Oysa sadece korumak istiyordu onu, ama korurken belki de bir aşkın önüne barikat kuruyordu.

O geldi aklına, “Aşığım galiba sana!” demişti hiç beklemediği bir anda. Susmuştu, başını önüne eğmiş, bir şeyler söylemek istemiş ama gururuna yenilmişti o anda. Ve birbirlerine dikenleri batan iki kirpi gibi uzaklaşmışlardı bir anda.

Önünde geçit vermez bir çıkmaz sokağın sarmaşıklarla kaplı duvarına bakarak dudaklarını ısırmıştı kadın kanatırcasına. Adam yüreğinin düşüp parçalandığı o sokaktan cam kırıklarının üstüne basa basa uzaklaşmıştı hızla. Kadın dizlerinin üzerine çökmüş, gözü duvardaki sarmaşığın dirençli tavrında, gitmek zor, biliyorum, peki ya kalmak, kolay mı sanıyorsun diye ağlamıştı pişmanlıkla. Sisli bir gündü, hayallerin arasından sıyrılıp gelen, acı dolu bu veda.

Gözlerini uzaklara diktiğini fark eden kuzeni, ama abla dinlemiyorsun sen beni diye tutup kolundan sarsınca, efendim canım diyerek dönmüştü kıza. Boşver abla ya ben bakarım başımın çaresine, hele gel sen bir yüzünü yıka demişti kız dolu dolu olan gözlerine baktığında. Şarkı hala çalıyordu içinin kuytularında: “Sorum yok soranım yok/Yolum yok yordamım yok/ Bir çıkmaz sevdadayım/ Çekipvuranım yok “

Zaman, sus(ma)lar, konuşmalar, gitmeler, kalmalar mesafeleri koysa da araya şiirin kuytularında buluşabiliyordu ruhlar, hayalen de olsa, aksa da hayatları ayrı mecralarda. Ne kadar özlese de onu, bir daha aynı sıcaklığı sunmadığını da unutmamıştı uzattığı kalbi tut(a)madığında.

Son sözü “Hüzünkar”ın dilinden olmuştu; ve ardından susmuştu bir daha konuş(ma)macasına:

“Mutluluk bana yakışmaz sevgilim!
 Dolu dolu ağlayamayışım, haykıramayışım,
 Bir eylül günü dünyaya merhaba dememden
 Belliymiş meğer.
 Meğer her sonbahar yakama yapışıp dört mevsim
 Örseleyen hüzün,
 Nice bir ayrılığın hasılasıymış.
 Ben zararına mutluluklar dağıtan bir hüzünkârım
 Sevgilim!
 Yanlış hesaplar, kara sevdalar, platonik aşklar, yetim
 Bırakılmışlıklar, terk edilmişlikler,
 Uykusuz geceler topluyorum.
 Ben açık, apaçık bir yanlışlığın ortasında
 Kalakalmışım.
 Vadesi yok ömrümün biliyorum.
 Biliyorum, çünkü ölüme rehin bıraktım birazını
 Dostluk hatırına
 Harcadım birazını bir kuru sevda uğruna.
 Sevgilim, mutluluk bana yakışmaz, uğraşma boşuna.
 Hem dilim ketumdur benim bahardan yana.
 Yüreğimde gizli bir yara, saçlarımda gizli aklar
 Taşıyorum.
 Beni seversen eylül yüzlü, temmuz saçlı çocuklar
 Kalır sana.
 
 Bütün katalogları taradım.
 Görmedim ve inanmadım kirlenmemişliğine
İnsanlığın.
 Kuru sözlerde uçuşan sevdalar gördüm,
 Vefasına çiy düşmüş dostluklar, hamiline yazılmış
 Aşklar, sahte gözyaşları, çıtkırıldım eğrisi nezaketler.
 Merhaba melankolika, merhaba insanlık eksizleri.
 Ve gördüm gözyaşıyla kuru ekmeği
 Hamurlaştıranları
 Terk edilişlerin yüreklerde kayalaştırdığı o
 Ağlanmamışlıkları
 Yalnızlıkların kahreden o sorgu maratonlarını.
 Beni kendime bırak sevgilim.
 Ben gırtlağıma kadar kahrolmuşluk doluyum
 Kısa gün hasılası, yaşanmışlık hatırası kıyametler
 Biriktiriyorum.
 Yüreğim yara, silme cürüm ceplerim.
 Ben zararına mutluluklar dağıtan bir hüzünkârım
 Mutluluk bana yakışmaz sevgilim!
 E. İbrahim”

HANDAN KILIÇ  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder