Not: Şarkının eşliğinde okunması tavsiye edilir:))
Gün pılını pırtısını toplamış çekilirken zamandan yerini akşamın
kızıllığına bırakmaktaydı. “Bir harmanım bu akşam” diye mırıldanmaya başladı.
Ev çok kalabalıktı. Teyzeler, kuzenler, dayısı, yengesi, yeni gelinler,
damatlar, ailenin büyükleri, herkes bir aradaydı. Yüzünde bir gülümseme,
sus(ma) arzusunu dizginleyip hal- hatır fasıllarında epey bir kelime sarf
etmişti.
Konuşulan konular, dönüp dolaşan muhabbetin kısırlığı bir süre sonra onu
ortamın sıcağından alıp buz kesen yalnızlığına fırlattı. Sessizce yerinden
kalktı, masanın kenarına oturdu. Çantasını açtı, çantası her zamanki gibi çok
doluydu, gülümsedi, sanki her an ıssız bir adaya düşecekmişcesine tedbirliydi.
Sonunda aradıklarına ulaştı. Bir elinde kalem bir elinde defter gözleri duvar
kağıdının yorgun çehresinde kendini içinde çalan şarkının ritmine bıraktı:
“Sorum yok soranım yok/Yolum yok yordamım yok/ Bir çıkmaz sevdadayım/ Çekip
vuranım yok “
Boş bir sayfa açtı, birkaç kelime yazdı, ama sonra beğenmeyip karaladı.
Hala şarkıyı mırıldanıyordu: “Çektiğim acıların demindeyim bu akşam/Pişman
desem değilim/Bir harmanım bu akşam”
Sayfayı iyice karaladığını farkettiğinde yazamayacağını anlayıp defterini
karıştırmaya başladı. Ne zaman not ettiğini hatırlamadığı bir sayfada durdu:
“Her ben, dolaylı şekilde bir seni anlatış, bir senden yakınıştır; çünkü
benim yerim sen’le onun arasındadır. Ve o değildir bana yakın olan sensin. Ben,
ben olsam, dilbilgisi kitaplarındaki tekil şahıs zamirlerini şu sıraya göre
düzenlerdim: Sen, ben, o! Başta sen gelir; çünkü ben diye bir şey yok, sen
olmadıkça. Her ben, benliğini senle anlar. Anlar da ne olur? Bu benlikten
olmamak için direnmeye, dayatmaya kalkar ve sonunda yenik düşer, zira ona yine
sendir değer veren. Tek başına ben istediğince değerli saysın kendini, hava!
Bir başına ben yok, ama sen de yok. Ama ikisi karşı karşıya geldiler mi de
tehlike. Ama benle onun durumu öyle değil, onların durumu biraz daha zararsız;
çünkü o, her zaman uzak olandır. Ve arada mesafe oldukça insan bir hayli tedbir
alabilir.” ( Behçet Necatigil)
Mesafe, yani ara, uzaklık… Zıttı, yakınlık… “Mesafe” kavramının da anlam
kayması yaşadığı bir zamandayız diye düşündü. Bazen gözlerinizin içine bakarken
sesinizi duymazken yanı başınızdaki, kalbinizin en ince tellerine dokunabiliyor
gözlerinizi bir kez bile görmemiş biri diye geçirdi içinden.
Mesela şu anda bir oda dolusu insanla beraberdi ama zaman, mekan, yıllar ve
yollar ayrı düşürmüş olmalıydı ki, bu dünya üzerinde kendini yapayalnız
hissetti. Tek tek baktı sevdiklerinin yüzüne hepsinde bir gülümseme miktarı
dinlendi. İçinde çalan şarkıyı biri duysun, elini tutsun, eşlik etsin istedi
ama heybesini dolduran hayal kırıklığından başkası değildi.
Kalkıp pencerenin kıyısına geldi, güneşin batışını izlemeye koyuldu: “Günüm
yok güneşim yok/Uykum yok düşlerim yok/ Kın olmuş susuyorum/ Bir tek sırdaşım
yok” diye mırıldanırken yanına bir zamanlar her anını beraber geçirdiği kuzeni
geldi, hayırdır der gibi kısa bir bakış fırlatsa da, zamanım yok, aman düşünme
bu kadar demeyi de ihmal etmedi gözleri. Ama sıcak ve mis kokan bir kahve
fincanı tutuşturup eline onu bıraktı kendinle.
Mesafe diyordu içinden zaman da mesafe koyuyor ilişkilere. Susarak da
mesafe büyür bazen, konuşarak da. Şarkı devam etmekteydi: “Her gecenin sabahı/Her kışın bir baharı/ Her şeyin bir zamanı/ Benim dermanım yok- Fikret Kızılok”
Birden sevdiği o şiir geldi zihnine:
“Gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
Göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,
…
gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde
Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?" (Haydar Ergülen)
Kimsenin kimseye değmiyor gözleri işte, dedi. Kimse kimseyi dinlemiyor
yeterince, ne istiyor sormuyor, saygı dolu bir sürü sözcük dökülüyor dilinden,
konuştukça mesafe büyüyor bazen. Sonra susuyor insan, mesafenin azalmadığını
gördüğünden. Susuyor ve dolaşmaya başlıyor içinin balta girmemiş ormanlarında,
ben, sen, o üçgeninde kayboluyor sonra.
Üşüyor vakit ilerlediğinde, ısınmak istiyor bir ateş yakmak, başında
oturmak, odunların kül oluşunu seyretmek, sevmek, sevilmek, diye yazıyor
defterine. Bir ön sayfayı çevirdiğinde şu satırları okuyor yine:
“Sevginin en çok çağrıştırdığı: istek ve özlem. Bir insana, bir canlıya, bir
nesneye, bir olaya yönelmek; bu yönelişi, öz varlık bakımından değerli ve
önemli diye algılayıp yaşamak, bu varlıksal ilişkiyi yitirmemek kaygısıyla
hiçbir özveriden geri durmamak var bu istek ve özlemde. Sevgi bu, netsen
toparlayamazsın. Gel, sen, başı sonu görünmeyen sevgi çayırlarına sal duygu
düşünce atlarını, deli dingin yayılsınlar her yana… ( Nermi Ugur)
Gülümsüyor, bir arkadaşının, “Ne zaman içinin atlarının dizginlerini
bıraksan elinden, bir iş gelir başına!” dediği geliyor aklına. Hatta arkadaşı
okuduğu bir makaleden bahsetmişti bir defasında, şöyle diyordu yazar “İnsan
eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha süreli, daha yüzeysel ilişkiler
kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne
benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri
birbirine batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar.
İleri geri hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini
ısıtabilecekleri en uygun uzaklığı bulurlar. Çağdaş toplumlarda incinmek ve
diğerlerini incitmek eskiden olduğundan daha kolay. İnsanlar birbirleriyle
eskiye oranla daha çeşitli biçimlerde ilişki kuruyorlar. Bunun sonucu kendimizi
koruyacak savunma sistemleri geliştiriyoruz, incinmemek için diğer insanlara
tereddütle yaklaşıyoruz. Diğer insanlara zarar vermemek için onlarla
ilgilenmemek, her insanın kendi başının çaresine bakmasını gerektiriyor. (Engin
Geçtan, insan olmak)
Kirpi! O yazıda en çok bu örnek ilgisini çekmişti, bir sürü dikenden
mütevellit iki varlığın üşümemek için birbirine sokulması kaçınılmaz olarak
dikenlerin batması sonucunu doğuruyordu. Uzaklaşsalar araya giren mesafe
donmalarına sebep olurken, yaklaştıklarında canları acıyordu. Bir yakınlaşıp
bir uzaklaşarak o mesafeyi bulmaya çalışıyorlardı, tıpkı birbirine derman
olmaya çalışan iki yaralı insan gibi, diye düşündü. “İki karanlık orman
birbirini sevse ne olur sevmese…C.Ersöz”
Yaralı insanlar tanırlar birbirlerini uzaktan ve anlarlar yaraların
derinliğini kelimeleri kullanmadan. İyi edeyim onu derken bazen daha da
kanatırlar yaralarını, daha fazla yakarlar canlarını. Ama uzaklaşınca da
taşıdıkları gülücük maskesinden sıkılıp en yalın acılarıyla düşerler yine
birbirlerinin kalp kapılarının önüne.
Bu gel-gitlerin ritmi değişir her seferinde, ne kadar geri çekilirlerse o
kadar şiddetle sarılırlar birbirlerine. Aslında her ayrılık daha arzulu bir
kavuşmayı emzirir acılarından, diye yazdı sayfanın sonuna.
Devam etmek istemedi sonra ve defterini kapadı. Çekirdek çitleyerek vatan
kurtarılan sohbetlere döndü yeniden. Ama bir türlü nereden lafa gireceğini
kestiremedi, vatan kurtarmak ona mı kalmıştı, kendisini kurtaramamışken! Sonra
en küçük kuzeni geldi yanına ve seninle konuşmam lazım diyerek elinden tutup
çekti birden. Birlikte terasa çıktılar kimseye sezdirmeden.
Henüz üniversite öğrencisi olan kuzeni söze nerden başlayacağını
bilemeyince anladı durumu, evet anlat dinliyorum, kime aşıksın bakalım diyerek
açtı söz yumağının ucunu. Kime olduğunu boş ver abla dedi, önemli olan aşkın
kendisi değil mi, o üçüncü bir varlık değil mi “sen” ve “ben” arasında dedi
gözlerinden saçılan ışıkla. Ve sonra uzun uzun anlattı onu, her güzel kelimenin
ardına eklediği isimden bahsettikçe aşkının arttığını hissetti, sevdiğini
andıkça muhabbet gelişir dedikleri bu olsa gerekti.
Canı çok yanacak dedi, içinden. Ama umudunu da kırmak istemedi, zaten ne
söylese duyacak durumda değildi. Danışmak istediği bir şey de yoktu aslında,
sadece taşan duygularını alacak bir kap arıyordu kuzeni, aşkın bu en tatlı
safhasında. Biliyorum dedi kız, o da beni seviyor ama açılamıyor işte, aşk
cesaretse eğer ben açılacağım ona dedi biranda heyecanla.
Durdu ve yapma dedi, bazı kelimelerin geri dönüşü yoktur; belki de bunların
en acıtıcısı, “Sana aşığım!”dır. Bu söz öyle ağırdır ki, karşındaki yürek bunu
taşıyamayacaksa oracıkta yere düşer, paramparça olur ellerinle sunduğun kalbin.
Bu söz karşısında suskun geçen her saniye seni metrelerce derinlikteki
pişmanlık kuyusuna atar da, bir daha aşığım dediğin kalp bile uzatsa elini sana
çıkaramaz karanlığından asla. Bir gün görsen bile güneşi, aynı parlaklıkta
değildir gönül haritanda.
Onun için sus dedi genç kıza, sus(ma) diyen kalbine inatla. Oysa sadece
korumak istiyordu onu, ama korurken belki de bir aşkın önüne barikat kuruyordu.
O geldi aklına, “Aşığım galiba sana!” demişti hiç beklemediği bir anda.
Susmuştu, başını önüne eğmiş, bir şeyler söylemek istemiş ama gururuna
yenilmişti o anda. Ve birbirlerine dikenleri batan iki kirpi gibi
uzaklaşmışlardı bir anda.
Önünde geçit vermez bir çıkmaz sokağın sarmaşıklarla kaplı duvarına bakarak
dudaklarını ısırmıştı kadın kanatırcasına. Adam yüreğinin düşüp parçalandığı o
sokaktan cam kırıklarının üstüne basa basa uzaklaşmıştı hızla. Kadın dizlerinin
üzerine çökmüş, gözü duvardaki sarmaşığın dirençli tavrında, gitmek zor,
biliyorum, peki ya kalmak, kolay mı sanıyorsun diye ağlamıştı pişmanlıkla.
Sisli bir gündü, hayallerin arasından sıyrılıp gelen, acı dolu bu veda.
Gözlerini uzaklara diktiğini fark eden kuzeni, ama abla dinlemiyorsun sen
beni diye tutup kolundan sarsınca, efendim canım diyerek dönmüştü kıza. Boşver
abla ya ben bakarım başımın çaresine, hele gel sen bir yüzünü yıka demişti kız
dolu dolu olan gözlerine baktığında. Şarkı hala çalıyordu içinin kuytularında:
“Sorum yok soranım yok/Yolum yok yordamım yok/ Bir çıkmaz sevdadayım/ Çekipvuranım yok “
Zaman, sus(ma)lar, konuşmalar, gitmeler, kalmalar mesafeleri koysa da araya
şiirin kuytularında buluşabiliyordu ruhlar, hayalen de olsa, aksa da hayatları
ayrı mecralarda. Ne kadar özlese de onu, bir daha aynı sıcaklığı sunmadığını da
unutmamıştı uzattığı kalbi tut(a)madığında.
Son sözü “Hüzünkar”ın dilinden olmuştu; ve ardından susmuştu bir daha konuş(ma)macasına:
“Mutluluk bana yakışmaz sevgilim!
Dolu dolu ağlayamayışım, haykıramayışım,
Bir eylül günü dünyaya merhaba dememden
Belliymiş meğer.
Meğer her sonbahar yakama yapışıp dört mevsim
Örseleyen hüzün,
Nice bir ayrılığın hasılasıymış.
Ben zararına mutluluklar dağıtan bir hüzünkârım
Sevgilim!
Yanlış hesaplar, kara sevdalar, platonik aşklar, yetim
Bırakılmışlıklar, terk edilmişlikler,
Uykusuz geceler topluyorum.
Ben açık, apaçık bir yanlışlığın ortasında
Kalakalmışım.
Vadesi yok ömrümün biliyorum.
Biliyorum, çünkü ölüme rehin bıraktım birazını
Dostluk hatırına
Harcadım birazını bir kuru sevda uğruna.
Sevgilim, mutluluk bana yakışmaz, uğraşma boşuna.
Hem dilim ketumdur benim bahardan yana.
Yüreğimde gizli bir yara, saçlarımda gizli aklar
Taşıyorum.
Beni seversen eylül yüzlü, temmuz saçlı çocuklar
Kalır sana.
…
Bütün katalogları taradım.
Görmedim ve inanmadım kirlenmemişliğine
İnsanlığın.
Kuru sözlerde uçuşan sevdalar gördüm,
Vefasına çiy düşmüş dostluklar, hamiline yazılmış
Aşklar, sahte gözyaşları, çıtkırıldım eğrisi nezaketler.
Merhaba melankolika, merhaba insanlık eksizleri.
Ve gördüm gözyaşıyla kuru ekmeği
Hamurlaştıranları
Terk edilişlerin yüreklerde kayalaştırdığı o
Ağlanmamışlıkları
Yalnızlıkların kahreden o sorgu maratonlarını.
Beni kendime bırak sevgilim.
Ben gırtlağıma kadar kahrolmuşluk doluyum
Kısa gün hasılası, yaşanmışlık hatırası kıyametler
Biriktiriyorum.
Yüreğim yara, silme cürüm ceplerim.
Ben zararına mutluluklar dağıtan bir hüzünkârım
Mutluluk bana yakışmaz sevgilim!
E. İbrahim”
HANDAN KILIÇ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder