Ter içinde uyandı. O kadar çok rüya birden görmüştü ki, hangisinde ne vardı
ilk anda bir türlü anımsayamadı.
Elini yüzünü yıkadı, aynada uykusuzluktan kanlanmış gözlerini gördü
Ardından gözbebeklerinde çakılı duran gülümsemeye baktı, bu resim hala
burada mı duracaktı?
Çatı katındaki evin denizi gören mutfağında, kendine kahvaltı hazırlamaya
koyuldu.
Hava alabildiğine sıcaktı.
Deniz, üzerine turkuaz bir çarşaf serilmişcesine sakindi bugün de.
Kahvaltılıkları balkon masasına taşırken komşu evin demir bahçe kapısı
gıcırtıyla açıldı.Gözünü kapıya çevirdiği o anda, zihnine, bir türlü
hatırlayamadığı rüyadan resimler doluşmaya başladı .
Masaya oturdu,bir yandan kahvaltı ediyor bir yandan zihnine gelen resimleri
diziyordu sıraya.
Bir kapı görmüştü düşünde, tahta, boyası eskimiş ve kapalı bir kapı.
Mavi bir geceydi, dolunayın ışığı ile aydınlanmıştı kapının önü.
Siyah kapı kolunu hatırladı sonra, özel bir kilidi yoktu kapının, sanki
kolayca açılacaktı, bir merak sardı ruhunu, acaba bu kapının ardında ne vardı?
Oraya doğru yürürken birden bir taşa takıldı ayağı sendeledi, yere düştü, elleri
ve dizleri kanamaya başladı.
Ağlıyordu, tıpkı çocukken düştüğü her vakit ona uzanan şefkat elini
bekliyordu. Ama ne gözünün yaşını silip onu öpen, dizlerine pansuman yapan
babası, ne de “ yavrummm…” diye yetişip bağrına basan annesi vardı yanında. Onlar
artık rüyasında bile çok uzaklarda.
Kendi kendine doğrulmaya çalıştı hal böyle olunca. O sırada büyük bir
gürültüyle beyaz bir kepenk indi tahta kapının önüne .
Tam da kapıyı açmak için elini uzatacaktı. Ama şimdi,uzansa, kapıyı açsa
bile arada geçit vermez engeller vardı, eli metalin soğukluğunda, yüreği
kapının sıcacık kolunda öylece kalakaldı.
İnsan zihninin nasıl da muhteşem ve hızlı çalıştığını düşündü önce.Tek bir
uyaran zihnindeki resimleri dizmişti gözünün önüne. Çayını yudumlarken bir kez
daha, hayran kaldı insanı dizayn edene.
Günlerdir uykusuzdu.
Uykusuz, umutsuz, aşık…
Nasıl geçerdi bu hal, bilmiyordu. İlk kez böylesi derinden sarsılmıştı
yüreği. Otursa oturamıyor, açık havada bile nefes alamıyordu.
Baksa göremiyor, nereye gitse, bir başka yerde rahatlayacağı hissiyle
sıkılıyor, hasılı kelam yüreği kabına sığmıyordu.
Uzun bir uğraş sonrası daldığı uykularında da karışık rüyalarla
boğuşuyordu. Gündüzlerdeki bu sağa sola yalpalayan, benliği ve ruhu arasındaki
düşünce harbleri zihni yoruyor, gece de rahat bırakmıyor olmalıydı.
Sofrayı topladıktan sonra,b u gün çokça şiir okumalıyım dedi kendi kendine. Kitaplığına
yaklaştı, gözüne ilişen ilk iki kitabı aldı eline. Cezmi Ersöz ‘le Necip Fazıl
dı bu gün bahtına çıkan hediye.
Elinde kitaplar terastaki şezlonga uzandı.
Hafif bir meltem de başlamıştı.
Rastgele bir yeri açtı, şiirin başlığı, “Acıyla Erir Yüzüne Aşık Çocuk”tu.
“Ne zaman yüzüne baksam, yalnızlığın o mutlu gerilimi
O öksüz göl hızla derinleşir,
biliyorum, acılarım hiç bitmeyecek, bu öyle bir yeşil “
Durdu burada, gerçekten acılar hiç bitmez miydi bu hayatta, engellerin biri
bitse yenisi mi gelirdi peşinden ?
Sevenler hiç kavuşmaz mıydı, ya kavuşurlarsa, birbirlerini sevmeye devam
ederler miydi aynı aşkla?
Sorumlulukların yırtıcı pençesinden kurtarıp sevdalarını beslerler miydi
mesela ?
Yoksa yaklaştığınca, yaklaştığından ayrı mı düşerdi insan?
Kelimelerin kalplerde açtığı tuzaklar mıydı romanlardaki, masallardaki
aşklar, yoksa hayat başlı başına mı tuzaktı?
Yakınlık aslında bir turnosol kağıdı mıydı, Necip Fazıl’ ın
“Neye yaklaşsam, sonu uzaklık ve kırgınlık,
Anla ki, yok Allah’tan başkasıyla yakınlık…”mısralarını ispat için
kullanılan.
Ya yalnızlık? Mutlu bir gerilim mi doğururdu sancılarından, yoksa mutluluk
mu insanı yalnızlaştırır, koparırdı bezgin kalabalıklardan.
Sahi insanlar isterler miydi bir diğerinin mutluluğunu, yoksa kıskançlık mı
kaplardı ehlileştiremediği egosunu, diye düşündü zihninin kayalarına çarpan bu
mısraları okuyunca biran .
Bir psikologtan duymuştu, insanın, kendi halinden daha iyi bir halde
olmasını isteyeceği tek varlık evladıymış, bu doğru muydu?
İnsan ruh ve benlikten müteşekkildi. Zamanında kontrol altına alınmazsa benliğin hırsları ruhunu sarardı önce, hayatını alırdı insanın elinden, hatta insanı, avcıyı gördüğünde uçamayan ama gövdesi dışarıdayken başını kuma sokan bir devekuşuna çevirirdi.
Benliğini sağıltamamış, tüm hırs ve arzularına yenilmiş insan kimsenin mutluluğunu arzulamayan, kendine de dünyaları zindan kılan bir yaratığa dönüşürdü.
Ama zordu işte benliğin dizginlerini ele geçirmek.
Belki ömür boyu sürecek bir köşe kapmacaydı insanı bekleyen.
Benlik kimi zaman, karşısına çıkan bir silüeti atardı zihnin
odalarına, büyütürdü onu içsel bir fısıltıyla.
Kimi zaman “vucutsuz bir hayal” peşine salardı ruhunu, oyalardı derin bir
heyecan dalgasıyla.
Bazen de açılması imkansız kapılar önüne getirirdi insanı, şimdi
içinde olduğu gibi bir halin içine salardı.
Ruh, atardı kendini benliğin önüne, vicdanı çağırırdı ikna etsin zihni
diye. Demirden kepenkler indirirdi, yeter ki benliğin sürüklediği kapının önünde ele
geçirmesin insanı diye. Yine de yılmazdı. Kepenkin boşluklarından zihne attığı tohumları sessiz ve derinden
büyütürdü sabırla, ruhun zayıf düştüğü ilk anda mahsulünü toplardı büyük bir
gururla.
Dizginleme hedefine yaklaştıkça insan, baskısını artırırdı benlik.
Her taşın altından çıkar, şeytanın akıl hocalığında, insanı saldığı her
bakışta, diline düşürdüğü her anışta ve sonuçta her batışta sevinç çığlıkları
atardı.Tabi anlık lezzetler de sunardı insana, kanacağı ama hepsi
kısacık, yakıcı, kan kaybını arttırıcı.
Benlik önce en kuvvetli olduğu kişilerin, şairlerin ilhamına karışırdı usulca, oradan kolayca yayılırdı tüm insanlığın kanına. Ama ruh da en kuvvetlisiyle
bulunurdu o satırlarda. Belki de şairlerin dillendirdiği hep bu kavga. Devam etti
şiiri okumaya:
“Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum
ikimizi de aşar, o kapının ardındaki masal
bense yüreğimin bu hallerinden korkar, kalırım
bir hız trenine bindirilmiş küçük bir çocuk gibi
geçip giden yüzlerine bakar kalırım “
Ne güzel yazmıştı şair. Ne kadar da az kelimeyle ne derin yaralar açıyorlar
şairler, diye düşündü.
İçinin ateşini söndürmeliydi, uzandığı şezlongdan kalktı. Buzdolabına doğru
yürüdü. Kafası dağılsın diye okuduğu şiir onu daha derin dehlizlere
bırakmıştı. Dolabı açtı, soğuk bir bardak su doldurdu, oturdu,
kana kana içti .
İçindeki kavga sürüyor, sesleri beynine kadar
geliyordu. Şişeyi dolaba geri koyacaktı ki birden elinden kayıveren şişe
oracıkta tuz buz oluverdi. Bu sahne zihnine birden yeni bir pencere daha
açtı. Sözü şaire bıraktı;
”Ömrün kısalığı çarpar camlara, ateş yayılır içerilere…
Akşam olur, evler dolar boşalır, acıyla erir, yüzüne aşık çocuk
Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum
İkimizi de aşar, o kapının ardındaki masal (*)CEZMİ ERSÖZ”
Etrafa dağılan cam parçalarını toplarken yerden, benliğinin ruhuna batırdığı
parçaları da çıkardı tek tek yerinden, akan kanlara aldırış etmeden. Başka bir
şair yetişti imdada hemen;
“Ne sen varsın, ne ben, ne yar, ne kimse O var!
Bütün sevdiklerin elden gittiyse, O var!
Kalacak kim var ki, dost tomarından? O var!
Sana daha yakın şahdamarından, O var!
Arama ilaç yok eczahanede! O var!. NECİP FAZIL”
Gecesini gece, gündüzünü gündüz yapan dermanı hatırlayınca yeniden
rüyasındaki kapıyı da siliverdi zihninden.Geriye sadece gözbebeklerindeki resim
kalmıştı ki, onu da zamana havale etti, artık merak etmesi
gerekmezdi.
Derin bir huzur kapladı ruhunu birdenbire.
Bugünkü oyunda kaybeden benlik olmuş, ruh köşesine kurulmuştu sevinçle.
Elleri ile beraber yüz çizgileri de çevrilmişti göğe, şükretti en güzel
şekliyle.
Ve bir dilekte bulundu, benliğin kaybettiği günler daha fazla olsun, hayat
serüveninde.
HANDAN KILIÇ
HANDAN KILIÇ
" âh bu şairler,
YanıtlaSilkelime yorulmasın diye gönül yorarlar" H. Ergülen
nedir çektiğimiz bilinmez nerimancım:) bu şairlerin elinden ama iyi ki varlar:)
YanıtlaSil