Hayat şartları
giderek ağırlaştığından mı, yoksa insanlar daha duyarsız, daha bencil, daha
sevgisiz varlıklara dönüştüğünden midir bilinmez, yeryüzü insanın ruhunu boğan
bir hale geldi.Bu durumda biraz nefes almak için gözlerimizi göklere çevirip
heran yeni, heran birbirinden canlı tablolar sunan o muhteşem maviliğe özgürce yükselen uçurtmalar
gibi ruhumuzu salmaktan başka çare kalmıyor.
İnsanın dünyada aslında
çok da seçeneği yok, ya yükselmeyi seçecek, gözünü ufka dikecek ve ona göre bir
yol izleyerek iyi olmayı tercih edecek, ya da bulunduğu noktada kalarak günden
güne kokuşacak ve yavaş yavaş aşağılara doğru indiğini, bir daha geri dönüşün
de o kadar kolay olmadığını artık çok geç olduğunda anlayacak.
Her şey hareket halinde,
tıpkı dünya gibi, tıpkı, atom gibi, hücrelerimizdeki devri daim gibi,
gezegenlerden kalbimize canlı olan her şey heran hareket ediyor. İradesi
dışında mecburi bir hareketle, olduğu yerde dönen varlıklar hariç bu hareket
hep dikey bir yön izliyor. İnsan da kendini gerçekleştirmek üzere bırakıldığı
bu uçsuz bucaksız yalnızlıkta bir başına yolunu bulma gayretine girerken gözünü
göğe çevirip gündüz; parıldayan güneşten, masmavi gökyüzünden, bembeyaz
bulutlardan, gece ise; yanıp sönen yıldızlardan, göz kamaştıran dolunaydan
ilham alarak yola devam ediyor.
Bir insan, kalbine
bırakılmış o güçlü duygular sayesinde içine doğduğu dünyanın yanlışını
doğrusunu ayırmayı önce hisleriyle başarmaya çalışıyor, sonra bilgi ve görgüsü
arttıkça aklı da devreye girerek kalbin ve aklın kanatlarıyla daha kolay
havalanıyor. Ama kuşlar misali süzülmek o kadar kolay değil. Yağmuru, karı,
rüzgarı fırtınası var bu işin ve insan uçmayı öğrenene kadar epey yıpranıyor. Bazen
başarıyor, bazen bildiklerini uygulamamaktan kaynaklı olarak yere çakılıyor.
Sonra küsüyor kendi kanatlarına, aklına, kalbine…Küstükçe, ne kadar özlese de
göklerde süzülmeyi, inat ediyor, yerde kalıyor. Uçmayı denemiyor. Ara ara
uçanlara bakıyor, denesem mi diye iç geçiriyor ama önceki kötü deneyimleri
umudunu kırıyor. Ve bulunduğu yerde, uçmak için verilmiş kanatları işlevsiz
hale getirip tavuk misali kendi çöplüğünde, toprağı eşeliyerek geçip gidiyor
ömrü. Oysa kendini gerçekleştirmek, insanın en temel ihtiyaçlarındandır. Bundan
ödün verilmesi, zaman içinde insana ömrünün zayi olduğu hissi vererek bir ödül
olarak verilmiş yaşamın kıymetini bilmemesine, giderek kendine acımasına,
değersiz hissetmesine, bu duygusu tatmin edilmedikçe de, dikey olarak
sağlayacağı yükselme fırsatını kaçırarak dibi görmesine sebep oluyor. Bunları düşündüğüm esnada Psikiyatrist Prof.
Dr. Kemal Sayar’ın bir kitabında aşağıda ana hatları ike özetlediğim bir
makaleye rastladım. Düşüncelerimle örtüştüğünü görünce kaybolduğum dalgalı
denizin haritasını çizen bir bilim adamıyla karşılaşmanın mutluluğunu
yaşadım:
Psikoloji tarihinde ayrıksı yeri olan
bilim adamı Maslow çağımızın nihai hastalığının değersizlik olduğunu söylüyor.
İnsan tabiatının güzel ve iyi olana meyilli olduğunu, ama bunun için bilim
yolunda ilerlerken “değer”lerinin olması gerektiğini, yoksa her türlü bilimsel
gelişmenin insanlığın zararına da kullanılabilecek hale geleceğini vurguluyor.
Hatta hayatın, uğruna çaba gösterilecek değerler, yola düşülecek hedefler
olduğunda anlamı olacağını ekliyor.
İnsanın temel
ihtiyaçlarının sıralamasını da şu şekilde yapıyor: 1-kendini
gerçekleştirme(sağlık peşinde koşma,kimlik ve özerklik arama, kemale erme
yönünde çaba gösterme ),2-saygı( başkalarına ve kendine değer verme), 3-ait
olma ve sevgi( yalnızca sevilme değil, aynı zamanda sevme ihtiyacı),
4-güvenlik(güvende olma ihtiyacı),5-fizyolojik ihtiyaçlar. Bu ihtiyaçlarımızın
karşılanması oranında sağlıklı olduğumuzu söyleyen bilim adamı, temel
ihtiyaçlar hiyerarşisinde manevi ihtiyaçların en üst sırada olduğunu da
vurguluyor.
Özellikle de kendini
gerçekleştirme ihtiyacına önem veriyor. “Kendisinde bulunan güçlü yanları,
yetenekleri ortaya çıkarma ve onları cesaretle hayatına hakim kılarak kendine
verilen bu ödevi en iyi şekilde yerine getirme insana mutluluk duygusunu
dorukta yaşatır. Doruk yaşantılar da, aşkta, sanatta, güzelliğin tecrübesinde,
doğumda ortaya çıkabilir. Kişi böylece öz benliğine yaklaşır, onu kendisi
olmaktan alıkoyan örtülerden sıyrılır. Maslow’a göre mucize, hayatın
kendisindedir ve kutsal ötelerde değil, herkesin arka bahçesindedir. Doruk
yaşantılar kadar olmayan plato yaşantılar da vardır. Bir annenin bebeğini keyif
içinde oynarken seyretmesi gibi. Plato yaşantılar saf keyif ve mutluluk
dakikalarıdır. Doruk yaşantılar plato yaşantılara nispeten daha az olur ancak
plato yaşantılar hayatı yaşanabilir kılan anlardır” diyor.
İnsanın çok fazla
alternatifi yok demiştim, ya yükselmeyi seçecek ya da alçalmayı. İşte plato
kelimesini ister coğrafi tanımı ile, ister psikolojik tanımı ile ele alalım,normal
yaşamın sürdüğü yerlerden uzakta, ferahlama, dinlenme mekanlarının yer aldığı
yüksek yerler olduğunu görüyoruz. Bir şekilde herkesin hayata mola verdiği
zamanlarda kaçabildiği yerler vardır, bu nedenle daha erişilir gelebilir bu
platolara ulaşmak ama sanki iş doruklara sevdalanmaya gelince, ben yapamam,
bizden geçti sesleri yükselebilir içimizden. Lakin doruk, herkesin
ulaşamayacağı kadar yüksek gibi görünse de, herkese verilen yetenekler
ölçüsünde gelişim sağlanabileceği gözetildiğinde, insanların ulaşacağı farklı
yükseklikler olacağından aslında bu konuda da herkese eşit şansın tanındığı
ortadadır. Mesela herkes aşık olabilir, o tarifsiz hali yaşayabilir, kendi
karakterine göre bu doruk halini yakalayabilir. Bazen kendini kaybeder, benliği
aşkın olanla kucaklaşır, kendinden olmayanın içinde erir. Korku, savunma, kafa
karışıklığı, kısıtlamalar kaybolur. Benzersiz bir halin içine girer.Orada kendinden
vazgeçecek kadar büyük bir değişim yaşayarak, gerçekleştirmesi en önemli
ihtiyacı olan benliğini, bir başka benlikte eritir.Yeni bir bütün olarak
varlığına devam ederken artık hiç bir şeye eskisi gibi bakamaz. Daha sevgi
doludur. Bu aşkınlaşma hali, kişinin herkesle barışık olacağı bir yüksekliktir.
O “aşk” kanatları ile yükselen insan gözünü aşağılardan yukarılara
çevirdiğinde, kendini dönüştüren halin, aşık olduğu varlıktan ziyade aşk
olduğunu fark edince, kendini gerçekleştirip, saygı ile bir basamak yukarı
çıktığını, sevme ve sevilme ihtiyacını tam manasıyla karşılayacak sevginin, onu
bu dünyada var kılan, hergün başka başka güzelliklerle donattığı alemde hala
yaşatan, kimse onu duymadığında sesini duyacağını bildiği Varlık’ın aşkına
gözünü diker. Allah’la bu bağı arasında tesis eden insan ne kendisiyle ne de
diğer insanlarla kavga eder. Bilakis her şeyi sever, herkese saygı duyar. Kendi
şartları içinde değerlendirmeyi yani empati yapmayı bilir.İşte insana bu
dünyaya gelirken hedef olarak gösterilen insanlık noktası budur.
Cengiz Aymatov’un dediği
gibi, “İnsan için zor olan şey, hergün insan kalmaktır” Bu hal ancak, benliğin aşkınlaşması ile
sürekli hale gelir. Ancak o doruk öyle diktir ki, insan sürekli oralarda
dolaşamaz. Ama insan kalma vazifesinden de azade olmadığından nefeslenecek
platolar açılmış, gözümüzü göklerden ayırmamamız için yönümüz hep yukarı
çevrilmiştir.
Psikoloji bilimi, mutluluğa giden yolda koşullu sevgilerin
olmadığını söylüyor. Bu durumda, varlıklar içinde dikey yükselme şansı tanınmış
insan her şeyi koşullu değil de, ötürü severse hem mutlu olur hem de kendini
gerçekleştirme basamaklarını hızlıca tırmanır. Farkındalık sevginin ilk
şartıdır. İnsan bilmediğini sevemediği gibi elinin altında olduğundan
farkındalığını yitirdiği şeyleri de sevemez.
“Aşina olan bilinmez” der Hegel. O nedenle insan doruklara
tırmanırken öncelikle farkındalık ipini alacak yanına ki, o sağlam iple güvenli
bir yolculuk gerçekleştirebilsin.
İnsanın en büyük sorunu
değersizlikse, bu kelimeyi iki manada, yani, kendini değersiz hissetme ve etik
ilkelere sahip olmamak şeklinde
özetleyebileceğim anlamlarda kullanıyorum, fark edeceğimiz ilk şey, hayat
mucizesine sahip olmamızdır. Koşulsuz bir şekilde geldiğimiz bu dünyada, yine
karşılığında bir şey vermeden tıkır tıkır işleyen bir vücutla donatılmış, onun
ihtiyacı olan bir çok şeye de koşulsuz sahip olmuş durumdayız. Bu söylediğime
doğuştan getirilen rahatsızlıkları göstererek, herkese eşit şansın
verilmediğini öne sürenler olabilir. Ama
herkes ayrı yeteneklerle, şanslarla donatılmıştır. Hatta bize göre eksikleri,
engelleri, yanlışları olduğunu düşündüğümüz insanlara da Allah çok
merhametlidir. Bizse çeşitli
sınıflandırmalarımızla insanlara karşı da, kaderimize karşı da çok acımasız,
merhametsiz olabiliriz eğer aşkın merhalelerini geçip gözümüzü göklerden
ayırdıysak. Oysa varolana odaklanmak, yok olanların da gerekçelerini daha kolay
anlamamızı sağlar ve bizi ne gelirse senden hoştur diyecek zirvelere taşır. Nefes
alamadığınızı düşünün, gökyüzünün olmadığını, susuzluğu, meyvelerin, sebzelerin
olmadığını… Sırf bunları düşününce bile insan,
karşılığında hiçbir şey yapmadığımız halde bize bunca hediyeler veren bir
Yaratıcı’nın bizi koşulsuz sevdiğini anlıyor. Bugün bir arkadaşımız küçük bir
hediye alsa, hastayken bize bir çorba pişirse, nasılsın diye hatırımızı sorsa
minnet doluyor, ona vefa borcumuzu ödeme gayretine giriyoruz. Ama bizim için
kurulmuş bu muhteşem düzeni fark edemiyor, bu göklerin, bu yerlerin heran yeni
bir tablo olarak çizilip neden önümüze konduğunu düşünmüyoruz. Hatta verilen
akıl ve yeteneklerini kullanarak bir şeyler üreten insanların icatları fotograf
makinelerini ve o makinelerden kat be
kat yüksek piksele sahip gözümüzü kullanarak çektiğimiz fotografları
paylaşırken büyük bir gurur duyuyoruz. Aslında bu çekimler de seyretmenin ilk
koşulu olduğundan farkındalığımızı arttırır, tabi neye baktığımızı biliyor ve
sadece gördüğümüze takılıp kalmıyorsak anlamlıdır. Yoksa muhteşem resimler
çektim, öyle büyük sanatçıyım ki diye böbürlenirken aşkın ve sanatın
farkındalığımızı arttırarak bizi aşkınlaşma yolunda yükseltmesi yerine önümüze
serilen bu sessiz sinemanın bize söylediklerini kaçırarak kaybeden oluruz.
Kaybettikçe de değersizlik hissimiz artar. En önemli ihtiyacı karşılanmayan,
yani kendini gerçekleştiremeyen insan da, başkalarına ve kendine değer vermediğinden saygıyı
kaybeder, kendine ve çevresine zarar verir, sevemez, sevilmez, kimsenin ilgisi,
sevgisi, saygısına layık olmadığını, kendisinin hep kaybeden olduğunu düşünerek
etik değerleri ve ruhunun kanatlanacağı yükselme hedefinden de çok
uzaklaştığından bir canavara dönüşebilir. Farkedilmek için olumlu gelişim
sergilemediğinden olumsuz çıkışlarla kendini gösterebilir. Kısa bir süre sonra
yakalanacağını bilse de, kendini başarılı hissetmek için çalar, çırpar, ele
geçirdiği bir silahla gittiği okulu tarar, karısı onu terk ettiğinde eve
getirmek için çaba göstermek yerine öldürür.
Sonra da başına öyle büyük belalar açtığını fark edince kaybedecek bir
şeyi kalmadığından kendi hayatına son vermek dahil her şeyi yapabilir.
Evet, insan için iki şans vardır:
Ya kendini bilecek, tanıyacak, geliştirecek, aklın ve ruhun kanatları ile
farkındalığını artırarak sevgiyle, şükürle yükselecek ya da kendini olmuş kabul
edip hergün irtifa kaybederek onu biraz
daha aşağılara çeken bir cürüm işlemeye devam ederek hızla yokuş aşağı yuvarlanacaktır.
İnsan için iradesi olmayan diğer
canlılar gibi hareket etmek, yani olduğu yerde dönmek yoktur. Duran su bile
kirleniyorsa, insanın vücudu da, ağırlıklı olarak sudan oluşuyorsa, başkalarının
eksikleri ve yaptığı kötülükleri bahane edip kendimizi kirletmeyelim, güzel
işler yapalım, güzel sözler söyleyelim, iyiliklerimizi arttıralım. Durmayalım, duranın devrildiğini, duranın
kirlendiğini unutmayalım… Ne kadar yolumuz olursa olsun, ne kadar kötülük
yapmışsak yapalım, ne kadar kendimizden uzağa düşersek düşelim yaşıyorsak dikey
yükseliş için heran bir merdiven çatabiliriz.Bazen acılarımızı koyar üstüüste
basamak yaparız, bazen sevinçlerimizle platolarımıza sığınır, masum bir bebeğin
gülüşünde yakaladığımız safiyetin peşine düşerek gözümüzü temiz olana,
gökyüzüne dikebiliriz. Hepimiz kendi içimizde bahçeler inşa edersek, o
merdivenleri adım adım çıkarken sevdiklerimizi de taşırsak bir basamak yukarıya
daha güzel bir dünyada yaşarız.
Herkesin elinden geleni yaparak
kendini gerçekleştirme, evlatlarını, hatta en yakınlarından başlayarak yeni
nesilleri, dünyaya kazandırmak, böylece dünyayı da geri kazanarak yaşanabilir
bir yer haline getirmek vazifesi vardır. Herkes imkanı ölçüsünde girdiği bu
farkındalık yarışında kendine verilen şanslar kadarından sorumlu olduğundan
mutlak adaletin olduğu da aşikardır.
Yeryüzünün
yaşanacak hali kalmadı diyorsak, göğe bakarak başlayalım işe, içimizde inşa edelim
kendi bahçemizi. Sonra davet edelim farkındalıktan uzak insanları gönül bahçemize…
Değerli olduklarını anımsatalım onlara, kıymetli olmasan bu dünyada işin ne diyelim.
En büyük sevgi dilini öğrenip, teşekkür etmeyi, şükretmeyi hatırlayarak,
hatırlatarak yeryüzünü yaşanabilir hale getirelim. Ama lütfen herkes önce kendi
içini toplasın, merdivenini çatsın, bahaneler üretip, diğerlerinin üzerine
düşeni yapmadığını söyleyerek kaçmasın. Bir de bunu deneyelim. Bir kalbe sevgi
yerleşirse nefret orada boy gösteremez. Yaradan’dan ötürü yaradılanı sevmek
ifadesi işte böylece anlamını bulur. Sevdiğimizi iddia edip O’nun var
ettiklerine merhamet göstermeyecek kadar bencil, acımasız, sevgisiz, nefretle
doluysak o sevgi aşkınlaşmış bir sevgi değildir. Dille söylenen ama kalben
hissedilmeyen, hissettirilmeyen samimiyetsiz duyguların da insanı yükseltmediği
gibi sırtına yük olup aşağılara çektiği açıktır.
Sevelim , sevilelim, dünya kimseye
kalmıyor…
HANDAN KILIÇ