İnsan büyük bir sevme
potansiyeliyle başlıyor hayata.Yanı başında bulduğu annesine bağlanıyor önce,
sonra babasının elinden tutarak çıkıyor hayatın içine. Tabi bu şans ya da bakış
açısına göre şansızlık herkese
verilmiyor. Bu şansa sahip olanlar daha korunaklı bir hayattan kurtlar
sofrasına düşünce bocalarken, hayata anne-baba gibi asli unsurların eksikliği
ile başlayanlar, kendi başına ayakta durmasını daha kolay öğreniyor ve çoğu
zaman diğerlerinden daha başarılı bile olabiliyor. Bu nedenle olanda hayır
vardır derler ya, dağına göre gelen kar, yağmur, güneş hepsi bizi ayrı sınıyor.
Kimsenin hayatı kimseden kolay
değil. Görünen hiçbir şey göründüğü gibi değil. Herkes o güzel maskelerin
ardında, o yakışıklı duruşların gerisinde koca koca enkazlar olarak dolaşıyor
hayatın içinde. Dimdik ayakta duruyor belki ama o sevme potansiyeli, o eksik
parça tamamlanmadıkça en ufak bir rüzgarda kökünden sökülebilen içi kurumuş ağaçlar
gibi yıkılıyor yere. Kimse görmeden bazen uzun bazen kısa sürelerde öylece kıpırtısız
kalıyor, yalnız ve kimsesizliğinin soğuğunda. Bazen bir sürü kişi arasındayken
düşüyor yere insan, sevdikleri yanındayken, göz göze bakarken ama onlar bile
görmüyor düşüşünü ya da kalkmak istemeyişinin verdiği bıkkınlıkla artık
önemsemiyor yerde oluşunu.
İnsan denen varlığın sanırım en önemli
özelliği bu, bir yanının hep eksik olması. Hayatımız boyunca o eksik yanımızı
tamamlamak için uğraşıp duruyoruz. Ve zaman içinde yeni yeni tatmin vasıtaları
deneyip tükettikçe iç resmimizdeki o boşluğa denk gelecek yap boz parçasını
bulamamanın acısıyla dozu arttırıyoruz. İçimizdeki
sesi susturamadıkça, eksiksin, yalnızsın kelimelerinin çıldırtan yankısında
kendimizi çok çeşitli vasıtalarla uyuşturmanın yollarını arıyoruz. Bu hususu
geçen yaz yapılan bir uyuşturucu operasyonunda gözaltına alınan ülkenin en
yakışıklı iki kişisinden biri olarak gösterilen beyefendi oyuncunun görüntülerini
izlerken düşünmüştüm. İnsan daha ne ister demiştim, bunca varlığın, nimetin
arasında neydi eksik olan. Koca bir toplum senin sahip olduğun şeylerden birine
sahip olsa, mutlu olacağını düşünürken, bunun için tüm hayatını adamış şekilde
çalışırken, sen bize neyi anlatmak istiyorsun? Ya da dünyaca ünlü güzellerin
bütün dünya onları ve bulundukları konumları arzularken, bunca sevilirken nedir
ki onları hayatını sonlandıracak noktaya getiren.
İnsan tertemiz geliyor dünyaya. Onun için seviyoruz bebekleri, mis kokularını, çocukların masum duruşlarını. Ama öyle ağırlaşıyor ki zamanla, hani o masumiyetini yitirdikçe, bilinçaltına
empoze edilen “kirlenmek güzeldir” yalanları ile kandırılıp “sen buna değersin” kışkırtmalarıyla
çarklarını döndüren ekonomik sistemlerin kurbanı oluyor. Kendi egosunun altında
kalıyor, içsesini susturamadıkça dış seslere
daha çok konsantre olmaya çalışıyor. Ve en çok da kendiyle baş başa kalıp berrak
bir zihin ile düşündüğünde kısır döngüsünü fark ediyor ama artık çok geç her
şey için diyerek kısıldığı yerde ölümü beklemeyi seçiyor.
Tabi ölüm öyle hemen gelmiyor,
yaşam da bir yandan devam ederken o eksik parçanın ızdırabı ruhunda büyüdükçe insanın
mutsuzluğu artıyor. Günümüz görünme çağı olduğundan insan bu yılgın ruhu
dışarıya yansıtamıyor ve gerek reelde gerekse sanal alemde mutlu mesut bir
tablo çizerek önce kendini, sonra çevresindekileri kandırmaya devam ediyor. Eğer
şanslıysa, yani; kalbinde bunun ızdırabını gerçekten duyup dindirmek arzusunu
taşıyorsa o şans ona bir krizle veriliyor, dibe vurduğu noktadan suyun yüzeyine
çıkmayı başarabiliyor ya da şansını kullanmayıp daha derinlere gömüyor kendini.
Hasılı kelam insan yaşarken,
yaşlanırken aynı noktada dönüp duruyor. Oysa yapmamız gereken hepimizi ayrı
noktadan yakalamış kısır döngümüzdeki imtihanımızı kırıp hayat yoluna girmek. Hermann
Hesse “Her insanın hayatı onu kendisine götüren bir yoldur “derken tam da bunu
kastediyor, önemli olan bir yolda yürümek ve amacı kendini bulmak olan hayat
yolculuğunun hakkını vermekse kısır döngümüzü kıracak gücü toplamalıyız yıllar
içinde.
Sanırım insanın kalp yapbozunu
tamamlayacak o parça bu dünya nimetleri içinde yer almıyor. Aşkla tatmin olan
kalp kimi sevse daha fazla yaralanıyor. Başka sevmeler insana kısa süreli
mutluluk, anlık hazlar ve uzun ayrılık acıları dışında bir şey getirmiyor. Ev,
araba, mal, mülk, evlat hiç bir şey o boşluğu doldurmuyor. Bu gerçeği kutsal
öğretiler sürekli hatırlatıyor ama her nedense biz, bir şişenin dolu olup
olmadığını anlamak için gördüğü ile yetinmeyen yaramaz çocuklar gibi, önümüze
gelen her şişeye parmağımızı daldırıyoruz. Oysa kalp kabını, her sabah güneşi
doğdurup bize yeni bir gün hediye eden, tekrar tekrar hatalarımıza rağmen yine
bize nimet veren her şeyin sahibi O Yüce Varlık’ın sevgisi ile doldurmak
gerekiyor.
Söylesenize bir kap gerçekten doluysa onun üzerine gelen her şey kendiliğinden
akıp gitmez mi? Hem de kaptakine zarar vermeden, onu eksiltmeden uzaklaşmaz mı içimizden? Kabımız dolu olsa kime kırılabiliriz, güler geçeriz bize saldıranlara, bize
saadet getirmeyen yolculuklara çıkmayız boş yere. Karşımızdakinin gözünde kazanamadığımız,
saf olarak nitelendirildiğimiz de olur belki ama bizim kabımız doluysa, onun
hiçbir şeyine muhtaç değilsek varlığı ya da yokluğu bizi etkilemiyorsa acıdan
da, beklentiden de kurtulmuş olmaz mıyız?
Aşk derken, o eksik resmi gerçek sahibinin
ismiyle dolduralım derken şekilcilikten bahsetmiyorum. Kutsal değerlere sahip olmak
elbette bazı şekil değişiklilklerine sebep olabilir. Ama görünenden önce
görünmeyen boşluklarımızı doldurmalıyız. Buna niyetlenip önce dışına bakım
yapan ama kalbine hiç yatırım yapmayan insanların hatalı duruşlarına, insan
olamayışlarına bakarak kutsal değerlerden uzak durmak yerine kaynağından suyu
alıp kabımızı doldurmak gerekir diye düşünüyorum. Yoksa insanlar baştan aşağı hatalarla
doludur ve kimin kabının kimden daha dolu olduğuna dışarıdan bakarak karar
veremeyiz. Zaten kimsenin kabının ne kadar dolu olup olmadığına bakmak kimsenin
haddi değildir. Hesap vermek zorunda olduğumuz yer de burası değildir.
İnsan düştüğü yerden kalkarmış.
Bu dünyaya düşürüldük yine buradan yükseleceğiz kalbimizin yanına. Hepimiz farklı
renklerde farklı eksikliklerle, başka fazlalıklarla maruz olduğumuz bu
yolculukta kendi balonumuzu uçurmakla
sorumluyuz. Kapadokya'yı düşünün; renk renk balonlar yükselirken göğe birbirine
zarar vermeden, kimse kimsenin rengini gölgelemeden nasıl güzel bir tablo oluşturuyorlar.
Birlikte ama hür bir yolculukta manzaraya yukarıdan bakıyorlar.
Hiçbir şey
aşağıdan göründüğü gibi değildir, yukarılarda. Resmin bütününü görmek için uçmalıyız
gönül balonumuzla. Tabi yükselmenin fizik kanunlarını da gözeterek başlamalıyız
yolculuğa. Nasıl balonun içindeki ağırlıklar bırakılır önce bir bir aşağıya, onun
gibi insan da yükselir fazlalıklarından kurtuldukça. Ama bir noktadan sonra daha
yukarı çıkmak için helyum gazı gereklidir. Bu da içimizdeki boş kabı dolduracak
aşk iksirleridir. Nasıl aşık olduğumuzda şarkılar, şiirler alır götürür bizi sevdiğimizin
iklimine, sürekli onun adını anarız gündüz gece, dilimiz söylemese bile her
hücremiz nasıl sayıklarsa onun adını ve insan nasıl kendisi büyütürse aşkını, kendi kalp göğüne yükselirken de O kabı
dolduracak gerçek sevgilinin adını anarak büyütmeli aşkını.
Eksiği neyse,
hayattan beklediği, özlemini çektiği, yanındayken onu hissedemeyenlerin
acıttığı yerlerini onun adının merhemi ile iyileştirmeli insan.
Annemiz yeterince sevmemiş
olabilir, babamız çok sevmiş sonra bırakıp gitmiş olabilir. İlk aşkımız
gözümüzün yaşına bakmamış, karımız istediğimiz gibi çıkmamış, kocamız kendini başka
yerlerde unutmuş olabilir. Bir hastalık gelip vücut tahtımıza oturmuş, yıllar
olmuş gitmemiş, gitmeyecek olabilir. Evladımız istediğimiz özelliklere sahip
olmamış, bizi zorlamış olabilir ya da mükemmele yakın bir çocuk bize rağmen yetişmiş
olabilir, hiç çocuğumuz da olmamış olabilir. İşyerinde mutsuz olabiliriz, işimiz
de olmayabilir.
Eksikliklerimiz bir
değil bin de olabilir ama imtihanlarımızın bıraktığı boşlukları onu yapanların
doldurmayacağı gerçeğini kavrayarak Bir’e yönelmek gerektiğini anlamamız için
daha kaç belaya maruz kalmamız gerekecek? Bu arada kalben sevgiliye teslim
olunca belalar biter demiyorum. Hayat zaten başlı başına bir bela tüneli değil
mi? Ama işte kalp kabını doldurunca üstüne gelenlerden daha az etkileniyorsa insan,
hayata karşı yapabileceğimiz tek şey eksikliğimizi kısa yol yapıp bizi kalbi
doygunluk seviyesine ulaştıracak bir Aşk’a talip olmak değil mi? Sen bir adım
attığında sana koşarak gelen, trip attın diye gitmeyen, seni kanatmayan,
kalbini incitmeyen sadece seni kendiyle bütünleyerek büyüten kaç aşk olabilir
ki bu dünyada?
İnsan sosyal bir varlık,
başkasının aynasında görürüz çoğu zaman kendimizi. Ötekinin sesinden dinleriz
içimizden yükseltemediklerimizi. Bu nedenle hayattan soyutlanmış bir muhabbet
değil de bize nefes aldıran, hayatımıza ümit, şevk, enerji olarak dönen, kabımızın
boşluğundan değil, karşımızdakinin kalbinin suyunu merak ettiğimizden bizi
beraberliğe götüren birlikteliklerimizin şans olarak sunulması, kalplerimizin o
eşsiz aşk şarkılarını bir ömür mırıldanması dileğiyle…
HANDAN KILIÇ