24 Ekim 2013 Perşembe

SORULARA TALİP OLMAKLA BAŞLAR DEĞİŞİM...



Geçenlerde zaping yaparken bir programda rastladığım Tarık Tufan şöyle diyordu: "Soru sormak alacağınız cevaba göre sizi dönüştürür; cevaba göre arif, alim, şair, meczup olunabilir. Ancak soru sormak talip olmaktır" 

Güzel düşünceler... Soru sormadan yaşayan var mıdır diye düşündüm bir an. Sorulacak sorulara talip olmayanlar vardır belki de. Soruları unutmak için kendini uyuşturanlar kadar sorulara yani çileye talip olmadan gününü gün edenler de vardır ve günümüzde böylesi vur patlasın çal oynasın düşüncesindeki insanlar çoğunluktadır. 

Geçen bir filmde katile nasıl uyuyorsun geceleri sen diye soruyordu onun birini su içme rahatlığında öldürdüğünü gören bir kadın ve adamın cevabı tüyler ürperticiydi; "akşam yediden sonra kahve içmiyorum" İnsanı böyle bir hale getiriyor sanırım soru sormamak, cevap aramamak. Bu hal de dönüştürüyor olmalı hem de geri dönüşü olmayacak kadar gaddar bir hale sokuyor. 

Gerçek hayatta hiç bir katille karşılaştınız mı bilmem, ben mahkeme ifadesinde bulundum. İlk cinayetiydi, çok donuk bir insandı hayatımda onun kadar boş bakan bir çift siyah göz görmedim, taş gibi duruyordu, sanki insan değildi, sanırım bu ruhsuz ifade trafikte önüne atladığı arabadan inen 17 yaşındaki gence 7 bıçak saplarken yüzüne gelmiş oturmuştu. Kendisi de 17 yaşındaydı, mahkeme zaptına suça sürüklenen çocuk diye geçiyor, devlet avukatını veriyor, mevzuat gereği hakim şüpheden yararlandırmak zorunda kalıyordu, aşırı derecede alkollüydü, ölen çocuğun ailesi perişandı, oğlunun katiline bakamıyordu annesi, yüzüne hiç geçmeyecek bir keder oturmuştu, o ise çok soğukkanlıydı, anası-babası yok muydu diye düşündüm, babası ve amcası da cinayetten içerde dediler, aile işi gibi babadan oğula geçiyor demek ki ruh inceliği gibi talan edilmiş ruh hali dedim kendi kendime. Allah hiçbirimizi böyle insanlıktan çıkmış, sorularını kaybetmiş insanlarla karşılaştırmasın. Ama işte bu sorusuz insanlar aramızda yaşıyor ve sorunsuz da değiller. Bu nedenle önce kendi çocuklarımızdan başlayarak ve sonra da ulaşabildiğimiz tüm insanları içine alacak şekilde çerçevemizi geniş tutarak çevremizin soruları olan, cevaplarını arayan insanlar haline gelmelerini sağlamalıyız yeniden. Belki de en önce kendimizden başlamalıyız, neden geldik yeryüzüne, akan zamana dur diyemezken aptal saptal televizyon programları ve yarışmalarla neden kaybediyoruz vaktimizi... Her gün yeni bir sendroma girmeden hayatın akışı üzerine düşünelim beş dakika... Belki bir soru buluruz bizi kurtaracak... Kim bilir talip olunca soruyu sorduran cevabı da içinde gönderebilir, soru sormanın zor olduğu çağımızda soruyu alana cevap bedava olabilir, sen yeter ki iste, sen buna değersin...  

HANDAN KILIÇ  

13 Ekim 2013 Pazar

BULDUM...BULDUMMMM



"Fırın küreği düzeldiğinde ekmek yapacak hamur bitermiş, insanın işi tam düzeldiğinde ömür bitermiş"

Bu söz kimindir bilmiyorum, Facebookun faydaları işte, orada rastladım ve belli ki kaybolan yılların ardından bilgeleşmiş kişilerce söylenmiş anonim bir söz olarak faceten face'e destan gibi yayılmış, duymamız lazımmış ki, bize de ulaşmış .

Her gün ayrı dertle boğuşup İstanbul'daki köprü trafiğini anımsatan iş yükümüz karşısında "n'apacaz biz" bunalımını yaşarken odadaki arkadaşlardan biri Arşimetvari bir çıkışla buldum ben çözümü; bu dosyalardan zevk alacağız dedi. Önce hepimiz güldük bu fikre ancak biraz düşününce iyi çözümlerin hep kolay yollardan olduğunu farkedip ona hak verdik.Geriye nasıl zevke dönüşecek sorusunu yanıtlamak kaldı:) Anlayacağınız sorun bayağı bir çözülmüş durumda:)

Yıllar önce birlikte çalıştığımız bir arkadaşım vardı. O zamanlar da ayrı bir iş yükü altında eziliyorduk, (neymiş demek ki rahmetli anneannem haklıymış, iş dediğin mezarda biter, orada dinleniriz artık derdi, işiniz, derdiniz yoksa ölmüş olabilirsiniz.)  İşte bu arkadaşım hayat üstüne üstüne geldikçe işi mizaha vurmayı becererek nefes alan güçlü bir yapıya sahipti. Dışarısı soğuksa içeride olmanın şansının farkında, her haline şükrederdi. Hayattan küçük zevkler almasını bilir, belirli aralıklarla işe ara verir, sonra daha konsantre biçimde dönerdi işinin başına. Misal dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken hemen pencere kenarına koşar, eline de mis kokan bir kahve fincan alır, bu harikulade tabiat olayını bir keyfe dönüştürmeyi becerirdi. Galiba zor bir hayattan gelen insanlar bunu başarıyor. Küçük şeylere üzülmüyor, çünkü çok daha büyük imtihanlardan geçerek bir üst basamağa geçmişler. Ama küçük şeylerden zevk almayı da biliyorlar ki bu durum onları ayakta tutuyor, enerji veriyor, çevrelerine de pırıl pırıl bir ışık saçmalarına sebep oluyor.

Güçlü insanlarla birlikte olmak da insana motivasyon sağlıyor. Sürekli işinden, evinden şikayet eden insanlar, Vasfiye Teyze misali enerji vampirleri yani, hayatımızı ele geçirdiğinde ne çektin be sen diyerek insanı ümidin bahar soluğundan yeisin karanlık kışına atıveriyor.

Çevrenizde size enerji veren, bahar denince sonbaharı değil de ilkbaharı hatırlayan, hatırlatan insanlarınız bol olsun ki, her sabah güneşin yeniden doğuşundaki umut, uyku ile tam şarj olarak başladığınız gün içinde hiç eksilmesin.  

En iyisi biz işimizi sevelim, kim bilir belki bir gün o da bizi sever:)) Hatta bir bakarsınız günün birinde Evreka, Evraka diyen bir madalya gelip sizin boynunuza sarılmış, bir ömür seni aradım sonunda buldum diyerek coşkusunu sunmuş olur.Geride hoş bir seda bırakarak yaşayacağımız güzel günler hepimizin olsun.

HANDAN KILIÇ  

9 Ekim 2013 Çarşamba

DÜNYA DÖNÜYOR SEN NE DERSEN DE...

Dünyanın en değişmez kanunu dönmek üzerine kurulu. Her şey kendi içinde dönüyor. Gece yerini gündüze, karanlık aydınlığa bırakıyor. Mevsimler bir sıcak bir soğuk bizi yoklarken dönüş sırasını bozmuyor. Hatta milletlerin de kaderleri, döngüleri var, bazen inişe geçiyor bazen tırmanışta oluyor.  İnsanların kaderleri de böyle neşe ile keder belli aralıklarla yer değiştiriyor. İnsana da bu tabiat kanunu bilip mevsimine göre giyinmek kalıyor. Gelen sele dur denemediği gibi, güzel güneşli bir güne de kimse hayır diyemiyor, hatta özlemle o günler bekleniyor. İşte bu döngüsel yazgıyı farkedip  duygu ve düşünce bazında içselleştirenler ayakta kalmayı başarıyor. Aksi halde insan hep mutsuz oluyor, bir sıcaktan bir soğuktan şikayet ediyor ve günün güzelliklerini yaşayamıyor.

Buraya  kadar yazdıklarım hepimizin bildiği ancak “şimdi bize kaybolan yıllarımızı verseler” cümlesindeki kaybolan yılların bedeli olarak ancak idrak edebildiği gerçekler. Lakin kaybetmek ve kazanmak kavramı da göreceli ve kaderin döngüsünde o da bu değişmez kurala tabi. Çünkü günler de insanlar arasında döndürülen nimetlerden.Hani bir süre her şey yolunda gider, hani siz yürüyorsunuzdur ve önünüze çıkan kapılar AVM’lerdeki elektronik kapılar gibidir ve daha siz gelmeden açılır, güzel ve akıcı günler yaşanır. Siz böylesi huzurlu  ve mutluyken bir yakınınız, arkadaşınız zor günler yaşıyor olabilir. Sonra gün olur devran döner ve bu sıkıntı devresi size geçer, kapıların önünde beklersiniz açılmaz hatta önünde kazılmış hendekler vardır, göremediğiniz, içine düşersiniz, kimse sesinizi duymaz, çırpınırsınız kendinizce ama nafile. Gün yeniden dönene kadar beklemeniz ve beklerken de bağırıp çağırarak enerjinizi tüketmemeniz gerekir.



Günler insanlar arasında döndürülür lakin döngünün süresi her seferinde değişir, kıtlık ve bolluk süreleri bazen yedi yıldır, bazen yedi ay, bazen de yedi gün. Ama tek gerçek günün döneceğidir, sizin gününüz bitebilir, ama günlerin insanlar arasındaki döngüsü bitmez. Ve sanırım önemli olan doğru zamanda doğru bekleyişi sürdürmek… Hayatın döngüsüne karışabilmek, akışa kendini bırakmak… Tıkanan noktalarda da akıntıya karşı kürek çekmek yerine günün döneceği vakti beklemek… 
    
Ünlü yönetmen Tarkovski,  “Kurban” adlı filminde bir karaktere şunları söyletirken ne de haklı:
 “Neden her şeyin tam tersini yapıyoruz? Her zaman! Bir erkeği sevmiştim, başkasıyla evlendim. Neden? Sanırım, şimdi anlıyorum. Hiç kimseye bağımlı olmak istemiyoruz. İki insan birbirini sevince eşit sevmiyorlar. Biri daha güçlü diğeri zayıf oluyor. Ve zayıf olanı düşünmeden seviyor. Hesapsızca. Bir rüyadan uyanmış gibiyim. Sanki başka bir hayatı artık geride bıraktım. Nedendir bilmem, her zaman direndim. Bir şeylerle savaştım. Kendimi savundum. Sanki içimde başka bir ben vardı. Bana, “Kendini bırakma.” diyordu. Kendini hiçbir şeye teslim etme. Yoksa ölürsün. Yüce Allah’ım, ne kadar da aptalız!”

HANDAN KILIÇ  





5 Ekim 2013 Cumartesi

SEVGİ HER DERDE ÇARE, GRİBE BİLE:))


         Özlem duyduğumuz insanları görmenin güzelliği kelimelere sığmaz. Sanırım uzun zamandır  görmediğimiz sevdiklerimizle buluşabilecek olmanın heyecanını yaşamak  bile insana iyi geliyor, hatta hastalıktan kaldırıyor. Hayatın bizi rutine sıkıştırıp nefes alamaz hale getirdiği zamanlarda dostlarımızın sıcak bir gülümsemesi bile bize gökyüzünü görecek bir pencere açarken sohbetiyle nefeslenmek adeta insanı yeniliyor. Sevgi insanın üzerindeki pası, kiri gideren, onu tekrar ışıldar hale getiren güçlü bir duygu. Dertlerle okside olup rengi değişen ruhumuzu arada parlatmak gerekiyor. Bunun yolu da sevdiklerimizle beraber olmaktan, bize ayna olabilecek dostlar bulmaktan geçiyor, sırtını dönebileceğin dostlar ki, malum böyleleri ile günümüzde pek karşılaşılmıyor.

Bu hafta iş yoğunluğunun artmasına mevsim değişiminin hediyesi gribal enfeksiyon da eklenince  çok kötü bir haleti ruhiye içine girmişken ama dinlenmeye de fırsatım yokken epey zamandır göremediğim dostlarımın geleceği aklıma ve dahi kalbime düşünce ayağa fırlamış, bir enerji patlaması ile hayata tutunmuştum. Önce dün öğlen akademiden dostlarımızla buluşmuş, dertlerimizi paylaşıp manen azaltmıştık. Sonrasında koşa koşa eve gelmiş, akşam gelecek dostlarımı görmenin heyecanına kapılmıştım. Rüzgar gibi geçse de dostlarla hemhal olmak ilaç gibi gelmiş, gribimden bile eser kalmamıştı. Bugün de onlarla geçen vakitlerimde gayet neşeli ve huzurlu iken onları uğurlayıp arkalarından el sallayınca içine düştüğüm hüzün kuyusunda karşıma yine gribim çıkıverdi, hapşırmalar, burun akıntıları geri geldi. Oysa iki gündür ne hastalıktan ne de yorgunluktan eser vardı. Galiba bütün hastalıkların ilacı moral ve sevgiymiş, gribin bile.

Ancak işte her güzel şeyin çabuk bitmesi gerçeği üzerime devrildi, hayat beni tekrar rutin yoğunluk dişlileri arasına aldı. Enerjim el salladığım yerde kaldı ve ben üşüme, titreme, hüzün hallerine geri döndüm. Kısa da olsa bana iyilik yaşatan dostlarıma teşekkür ediyor, ara ara bu ziyaretleri tekrarlamalarını diliyorum.

Araya zaman, mekan, insanlar, dertler, tasalar girse de insanın dostunu bıraktığı yerden bulması, kalbin kalbi yakalaması ise dostluğun en güzel yanı olmalı. Siz siz olun böylesi dostlarınızı bırakmayın. 

Lafı Cem Mumcu'nun bugünün twiti diyebileceğim bir sözü ile bağlayalım; "Ne nedenle ve ne bağlamda olursa olsun sizin için ağlama  eğilimi olmayan kimseye bırakmayın kendinizi" Daima sizin için ağlayabilecek lakin sizi güldürmeyi de beceren dostlarınız olsun hayatınızda.

Ve unutmayın, bir şehirden geriye kalan bir kaç dosttur çoğu zaman. Şehrinize ve kendinize hele de dostlarınıza iyi bakın:) 

HANDAN KILIÇ