9 Şubat 2014 Pazar

FARK ETMEK Mİ...FARK ETMEZ Mİ?




Hepimizin bir eksiği var ve tüm hayatımız boyunca içimizdeki o eksikliği tamamlayacak şeylerin peşinde koşuyoruz.Kimi zaman bir kariyer peşinde harcıyoruz ömrümüzü, kimi zaman bir aşk…Kimi zaman hırslarımızın kıskançlıklarımızın esiri oluyor, içimizdeki o eksikliği kapatabilmek için başkalarını kirip geçiriyoruz. Gardımızın düştüğü anlarda da bizi kırıp geçiriyor birileri ve bir ömür ne aradığımızı bilmeden ama mütemadiyen arayarak geçip gidiyor. En güzelin en başarılının, en popülerin derinlerinde öyle acılar gizleniyor ki, karşımızda bir heykel gibi dimdik duran bir çok “en”in aslında bir “tutunamayan” olduğunu görüp hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bunu bilmemize rağmen insan umutları, hayalleri ile var olduğundan yeni “en iyi”ler yaratıp zihnimizde onun peşinden gidiyoruz. Böylece sürekli tekrarlayan bir kaderle kederlenip kısır döngünün içinden çıkamıyoruz.

Hepimiz aslında içimizdeki o boşluktan yayılan bağlanma duygusunun kurbanlarıyız. Bağlandığımız nesneler, kişiler gelip geçse de o duygu yaşadığımız sürece bizi bırakmıyor.

Yaşımız ilerledikçe içimizdeki o boşluk büyüse de, yaşamın getirisi rollerimizi oynamaya devam ediyoruz, iyi bir baba, ilgili bir anne, kaliteli bir eş, aranan bir arkadaş, sevilen bir ahbap, iyi bir evlat, mesleğinin hakkını verme gayretinde bireyler olarak hayatlarımızı sürdürürken hep bir şeyleri özlüyoruz. Hep bir şeyleri bekliyoruz; bizi hayata bağlayacak içimizdeki o boşluğu tam olarak dolduracak bir hayalin varlığına olan inancımızı kaybetmiyor, önümüze çıkan fırsatları değerlendiriyoruz. Bazen koşulsuz kabullenilmek, her halimizle, kimsenin bilmediği hatta bazen kendimize bile itiraf edemediğimiz taraflarımızla bizi kabul edecek bir gönüle girivermek istiyoruz. Bunun adını bazen  aşk bazen tutku bazen bağlılık kimi zaman da bağımlılık koyuyoruz. “Aşk”ın peşinde bir ömür harcıyoruz.İçimizin yapbozunda eksik parçanın aşkımız olduğu zannıyla kendimizi onun sularına güvenle bırakıyoruz. Boğmaz beni nasılsa diyoruz. Boğulsam da aşk için diye kendimizi kandırıyoruz, çünkü o boşlukla yaşamak zor. Sonra tam birlikte nefes aldığımiz zanniyla yasarken bir  anda karşımızdakinin içimizin yapbozunun doğru parçası olmadığını fark ettirecek bir hareketiyle karşılaşıp tam yaralarımız aşkın pansumanı ile iyileşiyor derken tekrar kanamanın başlamasıyla sarsılıyor, kendi yaramızı kendimiz sarmaya çalışıyoruz. 

Kimi zaman kitaplardan, filmlerden, şarkılardan destek almaya çalışıyor kimi zaman da dostlarımızın kapısının önüne düşüyoruz. Ama kimse derman olamıyor her geçen gün büyüyen yaralarımıza. Derinlerimizde gizlenmiş bu boşluğu dolduracak bir başka nesne ya da kişi çıkana kadar karşımıza bir hüzün atmosferinde yaşarken yeni birinin heyecanında acılarımızı ve önceki tecrübelerimizi unutuyoruz. Yine aynı serüvenin içine atılıyor, kabuk tutmuş yaralarımızın tekrar açılacağı güne kadar tatlı bir sarhoşlukla kendimizi boşluğa bırakıyoruz. Ve sonra tekrar yere çakılıyoruz.

Bu yere çakılmalar kiminde bir aşk, kiminde bir iş, kiminde para, şöhret, kiminde yönetme hırsı üzerinden çıkıyor karşımıza. Ama tutunamayan bunca insan hep o boşluğun peşinde koşarak tutunuyor yaşama.

Ve hayat öyle zorlu, öyle dalgalı, öyle aldatıcı ve yorucu bir maraton ki, bir şeylere tutunmadan devam edebilmek mümkün değil. Bu akşam edebiyat uyarlaması bir film izledim ve filmin sonunda bu hislerle dolarak insanı hayatta tutan bağlanma duygusu üzerine yazmak istedim. 

Tutunacak dal arıyoruz hepimiz. Dizinde kaygısızca uyuyacağımız bir yoldaş, üzüldüğümüzde yaslanacak bir omuz, ağladığımızda bizi göğsüne yatıracak bir yürek. Buluyoruz da çoğunlukla yaralarımıza eş yaralar taşıyan birileri giriyor hayatımıza ama aşkın o ilk sarhoşluğundan ayıldığımızda bize kalan sadece “birlikte ama yalnız iki yabancı” oluyor. Çünkü boşluğu dolduracak parça kimsede yok. Yan yana iki boşluk büyütüyoruz sadece ve bir süre sonra hayatın rutini içine sıkışıp düşünmekten vazgeçiyoruz boşluklarımızı. Ya da bir başka aldanışın peşine düşüyor, aynı filmi yeniden yaşıyoruz.  Tabi “unutma bahçesi”ne gömdüğümüz boşluk büyüdükçe çıkarıyor başını topraktan ve nanik yapıyor bize, dalga geçercesine.

Ve insan zamanla,  “Yok bu şehr içre senin vasfettiğin                                  dilber Nedîm,

                              Bir perî sûret görünmüş bir hayâl                                  olmuş sana.”

diyen şaire hak veriyor çaresizce dolmayı bekleyen gönül boşluğu bütün zerrelerini sardığı nispette. 

Anlıyoruz ki, boşluğa tam tam oturacak o parça eksik gelmişiz bu aleme. Ve belki de bunca deneme yanılma hakkı eksikliğimizi fark etmemiz için veriliyor koca bir ömür müddetince.  

Fark edebilmek, işte bütün mesele…    

HANDAN KILIÇ       

1 yorum:

  1. Bu dünya sahip olma değil şahit olma yeri derler ya, bu yüzden hep eksik, hep tadimlik...

    YanıtlaSil