8 Nisan 2014 Salı

ÜÇ NOKTALAR KOYMAZ BANA…

Bu yazi Hukab 2014-2 sayisinda yayinlanmistir  


       Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesinin bizi nereye taşıyacağı belli değil diyerek kader akışının gücünü ve her şeyin geçip gideceğini vurgulayan bir dostum vardı bir zamanlar. Yıllar rüzgar gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı. Evet, her şey geçer diyordu sık sık. Geçmez mi hiç, sevinç de keder de akıp gidiyor ömrümüzle beraber gönlümüzden.

         Bizim mesleğin en zor yanlarından biri ne derseniz sanırım bir çok arkadaşımız sık sık yer değiştirmek diyebilir. Ama hayat öyle bir denge üzerine kurulmuştur ki, sırf bu husustaki nimet- külfet dengesi bile bunun en güzel göstergesidir. Akan su kir tutmaz diyen atalarımızın mantığı üzerinden kurulan bu yer değiştirme külfeti hiç istemeye istemeye gittiğiniz yerlerde size öyle sürprizler hazırlar ki, dostluğun çeşmesinden kana kana içer, bahşedilen nimete şükrederek bulunduğunuz yerin kötü taraflarını zihninizde bir bir silersiniz. Bazen de deniz kenarında konumlanmış güzel bir şehre düşer yolunuz ve koşa koşa geldiğiniz bu şehirde insandan yana çekmediğiniz kalmaz ve orayı sizin için cazip kılan bütün unsurlar silinir gönlünüzden. Çünkü aslolan her zaman huzurdur ve bu kendiyle barışık insanların etraflarına yaydığı olumlu elektirik sayesinde elde edilir. Çalıştığımız mekanlar sorunları olan insanların çözüm bekledikleri, dolayısıyla gergin havanın her daim solunduğu yerler olduğundan iş ve iç barışını sağlamış meslektaşlarla çalışmak bizler için vazgeçilmez bir taleptir. İnsan her zaman arzu ettiği böylesi insanlarla karşılaşamasa da kısa süre sonra oradan gideceğini bilmesiyle bahtına düşecek yeni yerde onu halim selim, kaliteli insanların bekleyebileceği duygusunu taze tutmasını sağlayarak sayılı gün çabuk geçer diyebilir.

          Tabi bir de kafanızın uyduğu, gönül frekansınızın tuttuğu insanlardan ayrılmanın ızdırabı vardır ki, kelimelere sığmaz. Allah’tan zaman değişti, sanal alem, gerçek hayatımızdan daha fazla bizi sarıp sarmaladı da ayrı yerlere düştüğümüz dostlarımızla bir wifi mesafesi kaldı aramızda. Her ne kadar iyi bir sosyal ağ ve internet kullanıcısı olsam ve dostlarımdan heran haberdar olabilsem de aynı masanın etrafında, bir kahvenin kokusunu bölüşerek, muhatabımın  gözlerindeki sevinci ya da hüznü içimde hissederek geçireceğim zamanlara değişmem sayfalarca sanaldan yapılmış bir dertleşmeyi. Bu nedenle son görev yerimden ayrılırken bu acıyı yaşayarak gelmiştim buraya.

          Kararname süreci netleştikten sonra bir gün çok değerli bir meslektaşım buradan gideceksin unutacaksın geçen güzel günleri demişti. Hayatımızdaki ortaklıklar azaldıkça kopacak bağımız. Sonra başkaları girecek hayatımıza, başka yerler, başka insanlar… Her gittiği yere gönlündeki dostlarını da taşıyan biri olarak önce üzülmüştüm söylediğine. Ama bunun hayatın bir gerçeği olduğunun da farkındaydım. Lakin bu gerçeği hatırlattığı anda içim öyle acımış, bir anda unutuluşun soğuk duvarlarına çarpan zihnim yıllar öncesine gitmişti: Biz bütün torunlar olarak dedeme çok düşkündük.  O da hepimize özel hissettirirdi kendimizi. Zaten bu sebeple sevmez miyiz gönlümüzdekileri. Dedem, o en sevdiğim, sırtını verdiğinde kendini güvende hissedeceğin, heybetli bir dağ misali o güçlü adam, ömrünün sonralarına yaklaştığı malum olmuş gibi bir akşam  hepimiz toplanmışken dizinin dibine “hayat hızla geçiyor, ölüp gideceğiz, unutulacağız, belki de unutulduğumuz bile unutulacak” demişti. Sarılmıştık ellerine gözlerimiz dolu dolu olmuştu, biz seni unutur muyuz demiştik dedemize. “Unutursunuz “demişti, “En çok seveniniz bile bir hafta ağlar, kırk gün üzülür, sonra zaman geçtikçe adımızı bile anmaz olur, hayat gailesi fırsat bırakmaz buna, bari arada arkamızdan bir Fatiha okuyanınız çıksa !”  diye ilave etmişti. O an söz vermiştik hepimiz, onu unutmayacak öldükten sonra da her gün dualar okuyacaktık ruhuna ve unutmadığımızı ispatlayacaktık ona. Bu konuşmadan kısa bir zaman sonra dedemi ani bir trafik kazasında kaybettik. O zaman lise birinci sınıfta okuyordum, dedemi kaybetmeden az bir zaman önce bir arkadaşımın yakını ölmüştü ve benim hiçbir yakınım ölmedi diyerek içimden geçirmiştim. Bir de o yıllarda okulumuzda öğrencilerin misafiri geldiğinde danışmaya gelmeleri için isimleri anons edilirdi, ben de bir gün beni de çağırsalar diye özenirken işte bir sabah henüz ilk dersin tenefüsüne çıktığımızda adımın anons edildiğini duyunca heyecanla inmiştim merdivenleri üçer beşer. Ardından kardeşimin ve kuzenimin de adları okununca bir korku sarmıştı içimi. En büyük ben olduğum için ilk bana söylemişti görevli “hemen anneannenlere gidin deden kaza geçirmiş” demişti. Bir yandan ağlayıp bir yandan koşarak durağa gitmiş dolmuşun gelmesini beklerken önünde durduğumuz caminin minaresinden okunan sala da dedemin adını duyup yıkılmıştık olduğumuz yere. Sonra birileri bizi alıp eve götürmüştü ama gerisini çok hatırlamıyorum. Hatırladığım sadece ölüsünün yüzüne bakmamıştım, onu her zaman gülen yeşil gözleriyle hatırlamak için. O günden sonra adımın bir yerde anons edilmesinden de aklımdan olumsuz şeyler geçirip beni bulmasından da korktum. Zihnime yerleşen olumsuz cümle kalıplarını silmek için hala uğraş vermekteyim. O nedenle arkadaşımın da unutursun dediği noktada derin bir hüzne yuvarlandı yüreğim, çünkü artık onbeş yaşında değildim, kendimize verdiğimiz her sözü tutamayacağımızı, ayrıldığımız sevdiklerimizi hergün anamayacağımızı bilecek kadar büyümüştüm.  

           Evet her şey unutulur, geçer, gider… Belki de böyle olmasa yaşayacak dermanı bulamaz insan kendinde. Güzelliklerin unutuşun derin uçurumundan yuvarlanıp gitmesi acı verse de bize geçen kötü zamanları da unutuyor olmak insana en büyük hediye. Dostlarla geçirdiğimiz zamanları unutamayacağımızın en güzel tespiti de Neşet Ertaş’tan gelsin yine:” Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez “ Bu dünyadan ayrılmış sevdiklerimizle bile gönül bağımız sürerken yaşayan dostlarımızın “Gönül Dağı’nda yer almak bizim elimizde.

        Yolum bir şekilde o şehre düşmese, orada çektiğim zorluklara eşlik eden  yalnızlığım çepeçevre sarmasa ruhumu kendi içimde debelenip duracaktım belki de. Ama işte her şerde bir hayır var ki, en kalbi dostluklar kalbin en çok kırıldığı yerde başlıyor, dost acı günde belli oluyor. Gönüle güneş doğuyor. Bir ses en umutsuz anınızda tutuyor ruhunuzun ellerinden ve “Ben senle güneşi bulmaya geldim,  ürkme kavganı sormaya geldim, gücenme güneşten sunmaya geldim,” diyen  şair gibi çocukların ellerindeki güzel günlere doğru yürürken bir dost bulmanın sevincini bırakıyor içinize.

         Nuri Pakdil 1979 da değerli bir dostuna ithafen yazdığı Bağlanma adlı eserinde “İnsanlar cümlelerle yaklaşırlar birbirlerine: sonra uzatırlar ellerini: tutunmak için. Çok güçtür insanın tutunabilmesi insana! “diyor. Günümüzde bu zorluk kat kat artmış durumdayken herkes menfaatin peşinde, kimse kimseye vakit ayıramayacak kadar meşgulken insanın kalbi dostluklar kurabilmesi altın madeni bulması ile eşdeğer hale gelmiş durumda. Ama bir gerçek var ki, insanları yaklaştıran cümlelerin yapıtaşları  kelimeler sahibinin neresinden çıkarsa muhatabının orasına değermiş ya demek ki kalp de dimağ da yanılmıyor sözün samimiyetini test ederken. Ve böylece insan dostunu düşmanını seziyor, yüreğinin götürdüğü yere giderek doğru insanları se(ç)(v)iyor. 

           Ingmar Bergman bir sözünde “Gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum." diyor ya, ben de bana gerçeğimi hatırlatacak, bana ben olduğumu hissettirecek, kendim olmanın güzelliğini yaşamaya fırsat verecek, yargılamayacak, yadırgamayacak, zihin kalıplarına sıkıştırıp kategorize etmeyecek insanlar arayıp durdum ömrümce. Ve böyle insanları tanımak, onları yüreğime almak, onların da gönül kapısından geçebilmek nasip oldu uğradığım şehirlerde. Tek tüktü sayıları ama işte hayatımda “var”lardı ve bana maddi manevi değer katıyor, dostlukları ile gönlüme umut oluyorlardı.

           Aslında her insan bir ayna karşısındaki muhataba. Aynada kendini gördüğün an, işte o an, yarana eş yarasını görünce karşındakinin, gönlünü açıyorsun umarsızca. Bırakıyorsun kendini muhatabının gönül denizinin ılık kıyılarına. Boğmaz diyorsun beni böylesi bir sevgi, boğulursam da onun sularında olmuş ne gam. Sırtını dönebiliyorsun mesela, bir gün bana kızsa da, kırsam da onu beni bıçaklamaz ya sırtımdan diyorsun. Yalnız değilim diyorsun, o var, bırakmaz beni.

        Hayatın yarın bizi nereye taşıyacağı, kimlerle karşılaştıracağı belli değil lakin “Karşılaşmak” yolculukların belki de en sırlı kavramı. Sadece nesnelerle- kitaplarla değil insanlarla da ilişkilerimizin bu büyülü kavram üzerinden aktığını düşünürüm. Hiçbir şeyin rastlantı ile açıklanamayacağı bir dünyada sürekli birileriyle kesişir yollarımız. Hayatlarımıza konuk olanlar bazen bizden bir şeyler götürürler kendi yolculuklarına dönerken, bazen de güneş gibi doğarlar içimizin karanlıkta kalmış labirentlerine. Akibeti ne olursa olsun yaşanması gerekmektedir ve olanda da olacak olan da da hayır vardır dediği gibi bilgelerin yolculuklarımız, yoldaşlarımız, konuklarımız, konukluklarımız, ilişkilerimiz, kitaplarımız, filmlerimiz mutlaka bizi zenginleştirir. Sonuca ulaşmak çoğu zaman irademizi aşan birçok etkene bağlı iken önemli olan yolda olmaksa, bir yolcuysak bu dünyada, “karşılaşma” nın sırrıyla yolumuza çıkan mektupları okumalıyız her fırsatta.

           “İnsan insanın yurdudur” diyor ya Mustafa Kutlu, geçtiğim duraklarda yurdum olan dostlarım olduğu için bana ne mutlu… Tebdil-i mekanda ferahlık vardır dediği gibi eskilerin bizim meslekte gidiş gelişler zorunlu nedenlere dayansa da, insan bazen çok bunaldığında da yüreğine eş yürekler bulmak adına keyfekeder ayrılışlar yaparak da düşmeli yollara. Yeni insanlar tanımalı, yenilenmek, umut ışığını hayatının merkezine tekrar oturtmak, yılların yorgunluğuna yenilmiş, gizini kaybetmiş dostlukların-ilişkilerin yükünü üzerinden atabilmek adına çıkmalı yola, yolculuklara. Sonra tazelenmiş bir yürekle döndüğünde yurduna, yani dostlarına kalbine güneşi asmaya geldim diyebilmeli, konuşmadan da anlaşabilmeli…

            Mehmet Akif’in “… Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri… dili yok kalbim bundan ne kadar bizarım “ dediği gibi  belleğimdeki kelimeler anlatmaya yetmiyor kalbe değen dostluğu… İşte bu noktada bir başka şaire kulak kesilip söze son vermeli...

”Söylediklerimden çok sustuklarımda saklıyım…
Ve gizlediklerimde gizliyim…
Beni anlamak için;
Konuştuklarımdan çok,
… Sustuklarıma kulak verin..
... Aklım sukütu sever benim.
Çünkü çok ağır ödeştik biz hayatla...
Ben sonu olmayan çok yollardan geçtim...
Üç Noktalar Koymaz Bana…” (Nazım Hikmet)
Baki dostlukla…


HANDAN KILIÇ

2 yorum:

  1. İnsana okumayı sevdirmek için yazılarınız yeter. Yüreğinize sağlık.

    YanıtlaSil
  2. ne güzel bir yorum sağolun davut doğrucu:)

    YanıtlaSil