Dostum,
Sana yazmayalı öyle çok oldu ki…
Boynuna sarılıp yakınlığının mis kokusunu duymalı yıllar var.
Aramızda aşılmaz dağlar...
Uzak ülkelere giderken, gemileri yakanlardan değildin… Ama sonra bir gün martılar kulağıma, bu yalnızlar ülkesine dönmeyeceğini fısıldadılar. Kederlerimi bırakmaya geldiğim kordonda, bir
yumru oturdu boğazıma o an, beni nefessiz bırakan.
Ne yöne döneceğimi, nasıl yürüyeceğimi bilemeden durdum bir süre, güneşin
pılını pırtısını toplayıp denize gömüldüğü sahilde.
Farklıydı bizim hikayemiz seninle: Kimliğimize iliştirilmiş etiketlerimiz aynı düzlemde buluşmaya engelse de dostluk öyle güçlü bir anafordu ki, çekti bizi içine, bir sonbahar
gününde, İzmir’de.
Göz göze geldiğimiz o ilk an yaşamıma bambaşka bir pencerenin açıldığını
hissetmiştim.
Gözbebeklerinden gülücükler atmıştın içeri. Havada yakalamıştı yüreğim
yüreğini.
Bu içsel güvenle çıktığımız yolculukta, zaman hükmünü kaybetmiş, saatler
senelerle yer değiştirmiş, kırk yıllık dost kılmıştı bizi.
Sevinçlerin, koluna taktığı acılarını kucağıma bıraktığında henüz onbeş
yaşındaydım.
Yaşanmışlıklarında aysbergleri tanımış, suyun altını görebilmeyi
öğrenmiştim.
Kelimelerin hakikati perdelemeye çalıştığı yerde, satır aralarını okumaya başlamış, güçlülerin de acizler kadar şefkate
ihtiyaçları olduğunu anlamıştım.
Beraber büyütmüştük içimizin başaklarını, beraber göğüslemiştik kımıl
zararlılarının bünyedeki hasarlarını.
Paylaşmıştık yaralarımıza merhem ettiğimiz kitaplarımızı.
Her buluşmamızda muhabbetle doyurmuştuk ruhlarımızı.
Gözlerim hasret kaldığında gözlerine, girer olmuştum rüyaların imgesel
alemine.
Ve ne gördüyse gözlerim gecelerde, karşılığı vardı yüreğinin dalgalı
denizinde.
Ne zaman kafam karışık otursam yeşil bahçelerde, kelimeleri boy sırasına
sokmak çabasında olsa dilim , hemen uzanırdı elin. Zihnimdeki soru işaretlerini
ayıklar, ne bilmek istiyorsam cevaplardı sözlerin.
”Dünyanın en büyük, küçük mucizesi çok gençken iyi bir öğretmene
rastlamaktır.”diyordu bir kitapta. İşte ben bu küçük mucizeyle karşılaşan
şanslılardan olmayı dilerken, daha da fazlasını bulmuştum, seninle daldığım edebiyatın derin denizlerinde.
Yanında tüm coşkumla, hesapsızca sesli düşünebildiğim, arkamı döndüğümde sırtıma yiyebileceğim hançerin gölgesini hissetmediğim
ilk hemcinsimdin sen.
İlk hayat hocam, yokuşta yoldaşım, gözyaşlarımda sırdaşım,
sığınılacak vatanımdın.
Canımdın… Bu kelimenin nasıl da değerli olduğunu anlatmıştı bana varlığın.
Ulu orta, adını hatırlamadığı her insana bu sıfatla seslenen insanlar gördüm
senden sonra.
Öyle kolay söylüyorlardı ki, şaşırdım buna. Arkama bakmadan uzaklaştım, duramadım orada.
Gönül kapımdan dost vizesini alıp da geçebilen belki de bir avuç insan var
bugün belleğimde.
Onların da çoğu ya uzaklarda ya da göze alamadığımız yakınlıklara hapsolmuş
oracıkta durmakta. Gönül telefonumsa her daim sevdiklerimden haberler taşıyor, başları sıkıştıkça onları hatırlamamı isteyen dostlarım rüya kapımın önünde sıraya
giriyor. Kimi zaman da ben misafir oluyorum onların düşlerine, kalpleri unutmasın dostluğun büyüsünü diye.
Ama yine de, yıllar, yollar, yaralar bindikçe üst üste yüzündeki tebessümü,
yüreğindeki daima umut tazeleyen sabah güneşini daha da çok özlüyorum.
Bir sabah uyandığımda yürek dilinde canım diyen sesini duymayı bekliyorum.
Not: Yıllarca önce lisedeki edebiyat öğretmenim için yazmış olduğum bu yazıyı vesile kılarak tüm öğretmenlerin "Öğretmenler Günü" nü kutluyor, öğrencilerinin hafızalarında her dem taze kalacak bir meslek yaşamları olmasını diliyorum...
HANDAN KILIÇ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder