7 Kasım 2013 Perşembe

AŞK; KISA BİR GÖLGELİKMİŞ DÜNYADA




“Rüzgar hediye edilebilseydi eğer
Sana rüzgarı hediye etmek isterdim”(Lale Müldür)

Evet, evet aşk böyle başlıyor.
Yanmış bir ormanın üzerindeki dumanı dağıtma arzusuyla.
Rüzgar olup onu nefeslendirme heyecanıyla.
Acılara dokunma ve onları iyileştirme duygusuyla.

“Bazen ama bir insanla bir şey olur
Kısa süren bir şey
İki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi
Bazı insanlarla
Yıllarca görüşsen de bir şey olmaz” diyor ya şair (Lale Müldür, Saatler ve Geyikler) bazen bir insanla karşılaşıyor, ne olduğunu anlamadan kalbinin labirentlerinde dolaşmaya başlıyorsunuz.

Gördüğünüz her acıda ona daha çok yaklaşıyor, kendi rüzgarınızla kalbinize düşen alevi büyütüyorsunuz.
Zamanla öyle bir sevgiyle doluyorsunuz ki, onu “bir menekşe gibi göğsünüzde yatırmak”, orada unutuşun bahçesine gireceği bir uykuya dalışını izlemek istiyorsunuz.
Üşüyen yüreğini sevginizle örtmek, yaşlı gözlerinden öpmek, üzülme demek istiyorsunuz.

Sancıdan kıvranan midesi için naneli bir yoğurt çorbası yapmak, zonklayan başındaki ağrıları ritmik bir şekilde dolaştırdığınız parmaklarınızla yapacağınız masajla bir nebze olsun rahatlatmak istiyorsunuz.

Güzel ninnilerle kucağınızda uyutmak, tazelenerek gözünü açana kadar kıpırdamadan öylece onu seyre dalmak istiyorsunuz.
Yüklerini kabuslarında bırakmasını diliyorsunuz.
Boncuk boncuk terini her sildiğinizde bir acısından kurtulmuş olduğunu düşünüyorsunuz.

Acılarına dokunduğunuzu, birer birer iyileştirdiğinizi sanıyorsunuz.
Uykuya yenilmiyor, sabaha kadar onu izliyorsunuz.
Yüzünün her halini ezberliyorsunuz.
Değiştiğini, yenilendiğini ve bunun sizin kucağınızda olduğunu görüyorsunuz.

Sonra o yeni yüze bir buse konduruyorsunuz.
Nefesinizle uyanıyor ve ilk sizi görüyor gülümseyen gözleri.
O tebessümü bir plaket edasıyla alıp havaya kaldırıyor, büyüterek canlı bir günaydının içine koyuyorsunuz.

Tazelenmiş bir ruhun öpücüğüyle sabahın serin rüzgarının içinizin yaralarının üzerinde tatlı gezinişiyle sarhoş oluyorsunuz.
Güneşi seyrediyorsunuz sonra.Her sabah ışıltıyla doğuşunu seyretmediğinize hayıflanıyorsunuz dakikalarca.

Bin yıl sürecek bir masalın başladığını, aşkın ışığının acılarınızı yıkadığını düşünüyorsunuz.
Sevginin en iyi çözüm, aşkın en kolay iyileşme metodu olduğunu bir kez daha kabul ediyorsunuz.

“Unutma bahçesi”nde iyileştirdiğiniz adamın iyiliğini gördükçe siz de iyileşiyorsunuz.
“Konuşulan aşkın boş, gösterilen aşkın karşı konulmaz olduğunu” fark ediyorsunuz.

Zamanla “bir başkasının ruhunun derinliklerine daldığınızda” su yüzüne çıkardığınız acıların kendinizin olduğunu görüyorsunuz.

Aynadan bir köprü kuruyorsunuz, aşkın matematiğiyle.Kalplerinizin etrafındaki surları, surlar ardındaki yanmış ormanları, ölmüş kuşları görüyorsunuz. Kayıplarınıza beraber ağlıyor, gözyaşının ipiyle daha da bağlanıyorsunuz.
Her bağla, acılara dokunduğunuzu, onları kazıdığınızı, iyileştirdiğinizi, iyileştiğinizi sanıyorsunuz.

“Aşkın erkeği erittiği, kadını dirilttiği “söylenir ya, onun eriyip kaybolan acılarından yaptığınız zafer tacını gururla takıyor, kutlamalar yapıyorsunuz.

Her kutlama coşkunuzu arttırıyor, dolu dizgin koşmaya başlıyorsunuz.Onu daha da iyi etmeliyim, daha fazla vermeliyim, daha fazla sevmeliyim diyorsunuz.
Birdenbire bütün hayatınız oluyor, sizse onun unutma bahçesinde güzel kokular saçan bir gül.

Zamanla bunu fark edince, üzülüyor, yetinmiyor, yediremiyorsunuz.
Bütün bahçeyi istiyorsunuz.
Hayatınızı teslim ettiğiniz gibi, hayatını teslim almak arzusuyla doluyorsunuz.
Vermek istemiyor tabi.
Gülümsün, diyor.
Hayır diyorsunuz, ben senin her şeyinim, unutma bahçenden acı ayrık otlarını ellerimle temizleyenim, seni ferahlatanım.
Kokunda baharı yeniden duydum, diyor.Göğü yeniden gördüm, renkleri fark ettim sende, gülümsün.
Hayır, diyorsunuz yine.
Bahçenim, her şeyinim, sen benimsin, ben senin.
Susuyor sonra…Donuyor hareketleri, gözbebeklerindeki ışıkla beslemiyor gülüm dediğini adam.
Hemen pes etmiyorsunuz, bekliyorsunuz , bahçenin sahibi elinize teslim etsin diye istediğinizi.

Zaman biranda yaklaştırdığı kalbleri aynı hızla uzaklaştırma telaşına düşerken,
bahçe güzel kokulara, gül, suya hasret günlerde için için sırtını dönüyorlar birbirlerine.

Neden sonra peki diyorsunuz, gülünüm, elinizi uzatıyorsunuz, sıcacık bir kavuşma arzusuyla veriyor yüreğini adam da.
İşte o anda tek bir hareketle dikeninizi batırıyorsunuz kalbine.
Biranda her yer kırmızıya boyanıyor, bir diken bir kalbi nasıl bu kadar kanatıyor buna siz bile inanamıyorsunuz.
Yüreğinizden akanlara, onun kalbinden akıttıklarınıza şaşırıyorsunuz.
İyileştirdiğinizi sandığınız yaralarınızın hala orda olduğunu, acılara dokunulamadığını anlıyorsunuz.

Sonsuzluğa gidilen yolda, dünya nasıl bir gölgelikse insanoğluna, aşkın da öylesi kısa bir gölgelik olduğunu görüyorsunuz.
Acılara dokunmanın imkansızlığını kavrarken surlarınızı tekrar örüyor, ölen kuşu gömüyorsunuz. Nietzsche’nin sözünü hatırlıyorsunuz: “İnsan arzularını sever, arzuladıklarını değil.”

Her bahçe ve her gülün hikayesinin aynı sonla sonlandığını görünce ya serpilip boy attığınız bahçede dikenli de olsa bir gül olarak durmayı seçiyor, bahçeye kokunuzu dağıtıyor, onun verdiği kadar suyla yetinmeyi öğreniyorsunuz bu masalın sonunda ya da toprağınızı terk edip başka bahçeler ararken zamanın solduruculuğuna mahkum oluyorsunuz, vatansız, topraksız orda, burda.

Bahçenin sahibi ise, unutma bahçesi diye bir yer olmadığını hatırlayarak, “yalnızlığın mutlu gerilimine” dönüyor usulca. Güllerin ne kadar güzel, cazibedar ve çeşitli olsa da dikenli olduğunun farkındalığıyla yaklaşıyor bundan sonra. Bahçesinde durmayı seçen güle vefasızlık yapmıyor, gül onu kanatsa da. Seviyor onu, kokluyor sonra, hem acı hem balsın diyerek yatırıyor bağrına, yatıştırıyor sabrıyla.


Ve kulağına fısıldıyor gülün, aşk kısa bir gölgeliktir, bu yolculukta.

HANDAN KILIÇ  

2 yorum:

  1. Bir anlatım ancak bu kadar güzel olabilirdi...Sözcukler teknık secılmıs ve benzetmeler oldukça yerınde harıka :)

    YanıtlaSil
  2. sağol Aykağan:) anlatım ancak anlayanla okuyanla anlam bulur:) yorum yazma zahmeti için de ayrıca teşekkürler:)

    YanıtlaSil