“Rüzgar hediye edilebilseydi eğer
Sana rüzgarı hediye etmek isterdim”(Lale Müldür)
Evet, evet aşk böyle başlıyor.
Yanmış bir ormanın üzerindeki dumanı dağıtma arzusuyla.
Rüzgar olup onu nefeslendirme heyecanıyla.
Acılara dokunma ve onları iyileştirme duygusuyla.
“Bazen ama bir insanla bir şey olur
Kısa süren bir şey
İki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi
Bazı insanlarla
Yıllarca görüşsen de bir şey olmaz” diyor ya şair (Lale Müldür, Saatler ve
Geyikler) bazen bir insanla karşılaşıyor, ne olduğunu anlamadan kalbinin
labirentlerinde dolaşmaya başlıyorsunuz.
Gördüğünüz her acıda ona daha çok yaklaşıyor, kendi rüzgarınızla kalbinize
düşen alevi büyütüyorsunuz.
Zamanla öyle bir sevgiyle doluyorsunuz ki, onu “bir menekşe gibi göğsünüzde
yatırmak”, orada unutuşun bahçesine gireceği bir uykuya dalışını izlemek
istiyorsunuz.
Üşüyen yüreğini sevginizle örtmek, yaşlı gözlerinden öpmek, üzülme demek
istiyorsunuz.
Sancıdan kıvranan midesi için naneli bir yoğurt çorbası yapmak, zonklayan
başındaki ağrıları ritmik bir şekilde dolaştırdığınız parmaklarınızla
yapacağınız masajla bir nebze olsun rahatlatmak istiyorsunuz.
Güzel ninnilerle kucağınızda uyutmak, tazelenerek gözünü açana kadar
kıpırdamadan öylece onu seyre dalmak istiyorsunuz.
Yüklerini kabuslarında bırakmasını diliyorsunuz.
Boncuk boncuk terini her sildiğinizde bir acısından kurtulmuş olduğunu
düşünüyorsunuz.
Acılarına dokunduğunuzu, birer birer iyileştirdiğinizi sanıyorsunuz.
Uykuya yenilmiyor, sabaha kadar onu izliyorsunuz.
Yüzünün her halini ezberliyorsunuz.
Değiştiğini, yenilendiğini ve bunun sizin kucağınızda olduğunu
görüyorsunuz.
Sonra o yeni yüze bir buse konduruyorsunuz.
Nefesinizle uyanıyor ve ilk sizi görüyor gülümseyen gözleri.
O tebessümü bir plaket edasıyla alıp havaya kaldırıyor, büyüterek canlı bir
günaydının içine koyuyorsunuz.
Tazelenmiş bir ruhun öpücüğüyle sabahın serin rüzgarının içinizin
yaralarının üzerinde tatlı gezinişiyle sarhoş oluyorsunuz.
Güneşi seyrediyorsunuz sonra.Her sabah ışıltıyla doğuşunu seyretmediğinize
hayıflanıyorsunuz dakikalarca.
Bin yıl sürecek bir masalın başladığını, aşkın ışığının acılarınızı
yıkadığını düşünüyorsunuz.
Sevginin en iyi çözüm, aşkın en kolay iyileşme metodu olduğunu bir kez daha
kabul ediyorsunuz.
“Unutma bahçesi”nde iyileştirdiğiniz adamın iyiliğini gördükçe siz de
iyileşiyorsunuz.
“Konuşulan aşkın boş, gösterilen aşkın karşı konulmaz olduğunu” fark
ediyorsunuz.
Zamanla “bir başkasının ruhunun derinliklerine daldığınızda” su yüzüne
çıkardığınız acıların kendinizin olduğunu görüyorsunuz.
Aynadan bir köprü kuruyorsunuz, aşkın matematiğiyle.Kalplerinizin
etrafındaki surları, surlar ardındaki yanmış ormanları, ölmüş kuşları
görüyorsunuz. Kayıplarınıza beraber ağlıyor, gözyaşının ipiyle daha da
bağlanıyorsunuz.
Her bağla, acılara dokunduğunuzu, onları kazıdığınızı, iyileştirdiğinizi,
iyileştiğinizi sanıyorsunuz.
“Aşkın erkeği erittiği, kadını dirilttiği “söylenir ya, onun eriyip
kaybolan acılarından yaptığınız zafer tacını gururla takıyor, kutlamalar
yapıyorsunuz.
Her kutlama coşkunuzu arttırıyor, dolu dizgin koşmaya başlıyorsunuz.Onu
daha da iyi etmeliyim, daha fazla vermeliyim, daha fazla sevmeliyim diyorsunuz.
Birdenbire bütün hayatınız oluyor, sizse onun unutma bahçesinde güzel
kokular saçan bir gül.
Zamanla bunu fark edince, üzülüyor, yetinmiyor, yediremiyorsunuz.
Bütün bahçeyi istiyorsunuz.
Hayatınızı teslim ettiğiniz gibi, hayatını teslim almak arzusuyla
doluyorsunuz.
Vermek istemiyor tabi.
Gülümsün, diyor.
Hayır diyorsunuz, ben senin her şeyinim, unutma bahçenden acı ayrık
otlarını ellerimle temizleyenim, seni ferahlatanım.
Kokunda baharı yeniden duydum, diyor.Göğü yeniden gördüm, renkleri fark
ettim sende, gülümsün.
Hayır, diyorsunuz yine.
Bahçenim, her şeyinim, sen benimsin, ben senin.
Susuyor sonra…Donuyor hareketleri, gözbebeklerindeki ışıkla beslemiyor
gülüm dediğini adam.
Hemen pes etmiyorsunuz, bekliyorsunuz , bahçenin sahibi elinize teslim
etsin diye istediğinizi.
Zaman biranda yaklaştırdığı kalbleri aynı hızla uzaklaştırma telaşına düşerken,
bahçe güzel kokulara, gül, suya hasret günlerde için için sırtını
dönüyorlar birbirlerine.
Neden sonra peki diyorsunuz, gülünüm, elinizi uzatıyorsunuz, sıcacık bir
kavuşma arzusuyla veriyor yüreğini adam da.
İşte o anda tek bir hareketle dikeninizi batırıyorsunuz kalbine.
Biranda her yer kırmızıya boyanıyor, bir diken bir kalbi nasıl bu kadar
kanatıyor buna siz bile inanamıyorsunuz.
Yüreğinizden akanlara, onun kalbinden akıttıklarınıza şaşırıyorsunuz.
İyileştirdiğinizi sandığınız yaralarınızın hala orda olduğunu, acılara
dokunulamadığını anlıyorsunuz.
Sonsuzluğa gidilen yolda, dünya nasıl bir gölgelikse insanoğluna, aşkın da
öylesi kısa bir gölgelik olduğunu görüyorsunuz.
Acılara dokunmanın imkansızlığını kavrarken surlarınızı tekrar örüyor, ölen
kuşu gömüyorsunuz. Nietzsche’nin sözünü hatırlıyorsunuz: “İnsan arzularını
sever, arzuladıklarını değil.”
Her bahçe ve her gülün hikayesinin aynı sonla sonlandığını görünce ya
serpilip boy attığınız bahçede dikenli de olsa bir gül olarak durmayı seçiyor,
bahçeye kokunuzu dağıtıyor, onun verdiği kadar suyla yetinmeyi öğreniyorsunuz
bu masalın sonunda ya da toprağınızı terk edip başka bahçeler ararken zamanın
solduruculuğuna mahkum oluyorsunuz, vatansız, topraksız orda, burda.
Bahçenin sahibi ise, unutma bahçesi diye bir yer olmadığını hatırlayarak,
“yalnızlığın mutlu gerilimine” dönüyor usulca. Güllerin ne kadar güzel,
cazibedar ve çeşitli olsa da dikenli olduğunun farkındalığıyla yaklaşıyor
bundan sonra. Bahçesinde durmayı seçen güle vefasızlık yapmıyor, gül onu kanatsa
da. Seviyor onu, kokluyor sonra, hem acı hem balsın diyerek yatırıyor bağrına,
yatıştırıyor sabrıyla.
Ve kulağına fısıldıyor gülün, aşk kısa bir gölgeliktir, bu yolculukta.
HANDAN KILIÇ
HANDAN KILIÇ
Bir anlatım ancak bu kadar güzel olabilirdi...Sözcukler teknık secılmıs ve benzetmeler oldukça yerınde harıka :)
YanıtlaSilsağol Aykağan:) anlatım ancak anlayanla okuyanla anlam bulur:) yorum yazma zahmeti için de ayrıca teşekkürler:)
YanıtlaSil