22 Eylül 2013 Pazar

SAHİPLİK...NEREYE KADAR, KİME GÖRE...



İnsanın sahiplik duygusu ne kadar kuvvetli. Hiçbir şeye malik değilken buna gücümüz yetmezken ne de çabuk bağlanıyoruz hayatımızın konularına, konuklarına. Oysa herşey bir emanet, zaman içinde elimizden kayıp giden ömrümüz gibi.

Bu hafta telefonun çalmasından korkar oldum, hep kara haberler düştü gönlümüze. Önce yengemin vefatı, dönem arkadaşımızın oğlunun geçirdiği elem verici kaza, evladının başında bekleyişe tepki gelmemesi, on yıldır bebek hasretiyle yanan eltimin sonunda yedinci aya girdiği gün erken doğum yapması, 800 gr doğan kızının ciğerlerinin gelişmemesinden dolayı dün küvezdeyken ciğerinde başlayan kanamanın durduralamayarak bebeğin yaklaşık 12 saatlik dünya hayatının sona ermesi...

Bunca koşuşturma arasında, şehir bizi birbirimizden ve belki de kendimizden uzağa düşürmüşken, hayat devam etmesi gerekiyorken bu haberlerin zihnimde ve kalbimde açtığı yaralar uykularımı kaçırdı. Uykusuz, huzursuz, elimdeki dosyaların zihnen uzağında ama bitirmek zorunda olmanın verdiği bilinçle acı çekiyorum masa başında. Ne dosyaya ne hayata devam edebiliyorum, "ölüm var!" gerçeği her gün bir başka olayla kendini hatırlattıkça.

Sonra da sahiplik üzerine düşünmeye başlıyor zihnim; neye sahibiz, nereye kadar  elimiz erişiyor, ne kadar koruyabiliyoruz sahip olduklarımızı? Sahibi miyiz gerçekten hayatımızın? 

En çok sahiplendiğimiz şefkatimizden evlatlarımız oluyor. Bir kaplan kesilebiliyor bir anne tehlikelere karşı zihninde. Sonra dışarısı giriyor hayatımıza ve bizi aşan sebepler zarar veriyor sevdiklerimize, hiç bir şey yapamıyoruz. Annelerin sahiplik duygusunu daha iyi anlıyorum; dokuz ay her gün onunla nefes almak, kanından kan canından can verilmesine sebep olduğun bir varlığa bağlanmak en doğalı, onu hissetmek en güzel şey, tecrübeyle sabit onu kaybetmenin de acısının tarifi mümkün değil, karnınızdayken bile. 

Yengem ellili yaşlardaydı annesi onu gömerken seksen yaşında babası seksenbeş yaşında ve sağlıklı idiler. Annesi demiş ki; annemi, babamı, kardeşimi, arkadaşımı, dostlarımı kaybettim ancak böyle bir acı hissetmedim, evlat bambaşkaymış.   

Dün bir psikolog gördüm televizyonda, kıskançlık üzerine konuşuyordu. İnsanın içsel sürecini tamamlayamamasındandır kıskançlık diyordu. Elinde olanı, sahip olduklarını kabul edememiş, verilen nimetin farkında değil ki, daha iyileri gözünde. Oysa kıskançlık hastalığının tek çaresi sahip olduklarının farkındalığını geliştirmek, onlara da sahip olamayanların varlığını bilmek. 

Kıskançlık ve sahip olmak... Kıskançlık günümüzde en çok canımızı yakan durumlardan. Kimse kimsenin kendinden daha iyi olmasını istemiyor. İyi bir şeye sahip olan onun keyfini gönlünce süremiyor üzerindeki gözlerden. Yapılan eleştiriler hep diğerini yermek kendini öne çıkarmak adına yapılıyor ve bunların temelinde kıskançlık yatıyor. Mesleki açıdan kıskançlıklar da zirvede. Herkesin gözü diğerinin yerinde. Oysa her insan farklı sahipliklerle imtihan ediliyor. Veriliyor, alınıyor, verilmiyor arattırılıyor, veriliyor verilenden zulum görülüyor. Herkesin derdi verilen nimetle denk büyüklükte oluyor. Eskiler demiş ya; azıcık aşım, kaygısız başım diye. Aynen öyle, verilen her şey bedel istiyor.

Dilerim her birimiz sahip olduklarımızın emanetçisi olduğumuzun bilinciyle değerlerini biliriz, verilene razı olup kendi kaşığımızdaki yağı dökmeden bitiş çizgisine varabiriliriz, hem başkalarının kaşıklarından bize ne... Bize sorulacak olan kendi sahiplik alanımızdakiler... Belki de bunların az oluşu, geri alınışı, verildiğinden daha büyük bir nimettir bizim için... 

Kaldırabileceklerimizden fazlasıyla sınanmamak duasıyla...  

 HANDAN KILIÇ        

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder