10 Eylül 2013 Salı

TIKANDIKÇA...




Dün hastane sırasında beklerken güzel bir öykü okudum. Sevinç Çokum’un  Al çiçeğin Moru adlı son öykü kitabından Buluşma isimli bir öyküydü. Aynı cami avlusundan aynı anda kaldırılan ve birbirini tanımayan biri kadın biri erkek mevtaların geçtikleri yeni alemde tanışıp konuşmaları, cenazeye katılanlar üzerinden hayatlarının muhasebelerini yapmaları ve pişmanlık paydasında buluşmalarını anlatan öykü oldukça etkileyiciydi. Hikaye dilinin zenginliği, yazarın Türkçe’sinin güzelliğini bir kez daha  ortaya koyuyor, bir ustanın kelimeleri arasında dolaştığınızı hatırlatıp keyifli bir okuma süreci sunuyordu.  
  "Hiç yanlış yapmadığını sanarak geride bırakılan doğrular kümbeti bir yaşanmışlık çıkını. Deşse neler çıkacaktı içinden, tıkanmış bir boru gibi... Çünkü doğruları öğretmişlerdi ve o, onların dediklerini tek tek kabullenmişti"-Buluşma aldı öyküden alıntıladığım bu cümledeki tespitler çok sarstı önce kalbimi sonra zihnimi.

“Tıkanmış boru gibi…” Neler biriktiriyoruz içimizde öyle değil mi? Sonra dilimizden dökülen, içim çok sıkılıyor oluyor. Söylediklerimizden, söylemediklerimizden, söyleyemediklerimizden… Ve bir noktaya geliyor ki insan artık hissizleşiyor. İyi şeyleri de fark edemiyor. Tıkanıklık açılmadan da bir rahatlık olmuyor.
Aslında kimse kimseyi anlamıyor, bunun için çaba göstermiyor, gösterse karşısındaki bunu fark etmiyor. Kimse kimseyi dinlemiyor, dinlese de hissedemiyor. Kimse kimseye yardım etmiyor, etse mutlaka karşılık bekliyor.
Herkes kendi yörüngesinde ilerleyen bir gezegen gibi, yalnız, başkaca bir dünyaya ait.
Seviyor, sevdiği kadar sevilmediğini görüyor. Bir başka kişi onun sevgisi ile inlerken o yanlış kapının önünde bekliyor. Kapı açılmıyor, açılmayacak biliyor, bu daha da çok yaralıyor.
Seveni, onun kendisini sevdiği gibi sevemiyor, bu seveni yıkıyor.
Herkes koca koca enkazlar olarak dolaşıyor. Ve bu enkazlardan bir şehir çıkmıyor. Yıkıntılarda yaşayanlar, gönlü mamur edememiş kişiyi daha da yaralıyor. Üzerindeki molozlardan silkinip yeniden inşa edemiyor kendini ve öylece yaşayıp gidiyor. Sonra bir gün dönülmez akşamın ufkuna geldiğinde onca pişmanlık kamburu sırtında bu dünyadan göçüyor.
Bir yanımız hep eksik kalıyor, tamamlanmamışlık hissi sarmalıyor. Tıkanan boru, artıkları tuttukça içinde hayat suyu akmıyor.  
 Giderek daha fazla canımız acıyor, kimsesizlikten.
En çok da kendimizden uzağa düştüğümüzden.
Aslında kimse kalbi alakaya değmiyor, batıp gidenleri, bir görüp bir kaybolanları hiçbir gönül sevmiyor.
Kimse kimseyi önemsemiyor, istisnaen önemseyen de aynı oranda önemsenmediğini gördükçe içine kapanıyor, bir tıkaç daha birikiyor boruda.   
“Kimsece önemsenmeyişimi sana şikayet ediyorum !” diyor sonra içine düştüğü hali anladıkça. Yakarış… Var mı başka çıkar yol tıkanıklıkları açmaya, içindekileri aşmaya…

HANDAN KILIÇ  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder